20 Nisan 2010 Salı

Chan, Kinhin ve Doğada Yürüyüş Sanatı




Sankritçe “Dhyana” kelimesiyle ifade edilen etkinlik, Çincede “chan” olarak anılıyor. Batı dillerine yetersiz bir şekilde “meditasyon” olarak çevrilen bu kelimenin Japoncadaki karşılığı olan “zen”, Japon kültürünün dünya çapında daha popüler olması nedeniyle daha fazla kişice biliniyor.

Chan dini bir ritüel veya ibadet şekli değildir. Çok farklı yöntemler kullanılarak farklı amaçlara yönelebilir.
chan uygulamasında, lotus oturuşu adı verilen özel bir şekilde bağdaş kurarak oturmayı gerektiren yöntem popüler kültürde en çok bilineni olsa da, tek yöntem değildir. Kişinin sadece kendi nefes alıp verişine odaklanarak, alıştığı biçimde hareketsiz ve sessiz kalarak oturması yöntemiyle yapılan chan, en yaygın uygulamadır. Bunu yaparken gözlerimizi yarı aralık bırakarak karşımızdaki yakın bir noktaya bakarız.

Chan uygularken zihnimizin geçmişe ya da geleceğe ilişkin düşüncelere ve duygulanımlara dalması, başka bir zaman ve mekanda olmayı arzulaması olağandır. Batılı chan uygulayıcılarınca (Alice Harikalar Diyarında öyküsüne gönderme yaparak) “tavşan delikleri” olarak anılan bu düşüncelere ve duygulanımlara direnmek, onları bastırmaya çalışmak doğru olmadığı gibi, faydasızdır. Çinli uygulayıcılarsa, eğitilmemiş insan zihnini daldan dala atlayan bir maymuna benzetirler. Zihnimizi chan’e geri getirmek için tek yapmamız gereken, sözkonusu düşünce ve duygulanımları hayali bir not defterine not ettiğimizi düşünerek, zihnimizi yeniden içinde bulunduğumuz an ve mekana geri getirmek ve nefesimize odaklanmaktır. Amacımız zihnimizi tamamen boş hale getirmektir.

Maymun zihninin alışkanlıkları, bir işi mümkün olduğu kadar hızlıca ve fazla özen göstermeden yapıp bir sonraki aşamaya geçmek yönündedir ve bu zihin belirli bir yer ve anda kalmaktan kaçınarak hayal aleminde dolaşır. Ayrıca bencil maymun zihni, – tüm bencil olmayan maymunları tenzih ederim :)– mutlaka maddi ya da gayrı maddi bir şeyi elde etme, sahip olma, kaybetmemek için uğraşma, kendisini onaylatma, doğrulatma vb. vb... peşindedir. Bu bağımlı zihin durumu insanı köleliğe, mutsuzluğa ve huzursuzluğa iter. chan bu alışkanlıkları değiştirmeyi gerektirir ve gayrı maddi bile olsa bir şeylerin peşinden koşmaktan özgürleşmeyi ve böylece mutsuzluktan kurtulmayı içerir.

Chan uygulamasında zihni boş kılmayı başardıktan sonra çevredeki uyaranları (sesleri, hareketleri vb.) izleyebiliriz. Bu uyaranları izlerken zihnimizin onları yorumlama ve yargılama etkinliğine girişmemesini amaçlar, olası yorum ve yargılar zihnimizde belirdiğinde, bunları yine hayali not defterimize not ederiz.
Nefes alıp verme yöntemimiz de farklı chan uygulaması anlayışlarına göre değişir. Bir yöntem, içimizden 8’e kadar sayarken yavaşça önce ciğerlerimizin üst kısmını, sonra göğüs kafesinin altında yer alan diyafram kasımızı dolduracak şekilde nefes alırız. Diyaframımızın göbek deliğinin 4-5 santim altında yer alan tanden noktasına kadar genişlemesini sağlarız. Nefesimizi üç saniye kadar tuttuktan sonra yine sekize kadar sayarak yavaşça dışarı veririz. Her nefes verişte kaslarımızı alnımızdan başlayarak ayak ucumuza kadar birer birer sırayla gevşetiriz. chan uygularken nefes borumuzun doğal konumda olması için, omurgamızı kuyruk sokumumuzdan ense köküne kadar doğal şekilde dik tutmaya özen gösteririz. Bu amaçla bir yastıktan da yararlanabiliriz. Önemli olan kendimizi gergin hissetmemek ve bedenimizdeki doğal süreçlerin akışına izin vermektir.

Ancak chan uygularken uzun süre hareketsiz oturmak, kan dolaşımında, eklemlerde ve kaslarda rahatsızlıklara neden olduğuı için, hareketli chan uygulamaları da geliştirilmiştir. Tai chi bu uygulamalardan biridir. Japonların kinhin adını verdikleri yürüyüş meditasyonu da bu uygulamalardandır. Hatta kişilerin temizlik, yemek pişirme vb. gibi düzenli teknik hareketler içeren gündelik işlerini yaparken, chan uygulaması mümkündür. Savaş sanatlarını öğrenenler de kataları (egzersizleri) tekrarlarken chan uygularlar. Hareketli chan uygulamasında dikkat edilmesi gereken en önemli şey, acele etmemek, belirli bir anda yapılması gereken harekete yoğunlaşarak hareketleri tam ve doğru olarak yapmaktır. Yaptığımız işin basit ve önemsiz olduğu yanılsamasına kapılmadan, o işi elimizden gelen en mükemmel şekliyle, detaylara dikkat ederek yapmaya çalışırız. Bu tüm sanatsal etkinliklerde de uygulanabilecek bir yöntemdir ve tüm gerçek sanatçılar farkında olarak ya da olmadan chan uygularlar.

“Doğada yürüyüş sanatı”nı icra ederken de chan uygulamak mümkündür. Nefes alıp vermeye, teknik olarak doğru şekilde yürümeye ve baton kullanımına odaklanarak, zihni şimdiki ana ve mekana getirip boş konuma getiririz. Sonraki adımda çevredeki uyaranları yukarıda açıklandığı şekilde izleriz.

12 Nisan 2010 Pazartesi

WABİ, SABİ



Kimileri evrende her şeyin mükemmel bir düzene göre işlediğine inanır. Bu inanca sahip olanlar ister istemez kendi hayatlarındaki herkesin ve her şeyin ve tabii kendilerinin de mükemmel olması gerektiğini düşünürler. Tabii hayal kırıklığı, öfke ve umutsuzluk onları köşe başında bekler.
Asyalı ressamların tomarlarından fırlamış patlak gözlü, haşarı bir cin gelip mükemmelik tutkusu olanlara kötü bir haber verecek olsa, şunu söyleyebilirdi: Evrende her şey her zaman “mükemmel” işlemiyor olabilir. Ya da bizim mükemmellikten anladığımız şeyden farklı şekilde işliyor olabilir.
Japon çömlekçi ustaları, yaptıkları çanak çömleği pürüzsüz, çatlaksız, dengeli boyanmış, düzgün bir formda şekillendirme yeteneğine sahip oldukları halde, çömleğin bir yerinde kasıtlı olarak kusur veya düzensizlik çağrıştıran bir iz bırakırlar. Bunu alçakgönüllülük göstergesi olarak yorumlayanlar olsa da, Japon ustalar aslında daha derin ve önemli bir gerçeğe işaret etmek isterler: Karşımıza çıkan her varlıkta ve yaşadığımız her olayda çömleğin kenarındaki o küçük çatlağın yarattığı eksikliği, kusurluluğu görebiliriz. Kimileri buna katlanamaz, çünkü o varlık ya da yaşantıyla karşılaşmadan önce, zihinlerinde bazı kurgular yaratmış, iyimser hayaller kurmuş olurlar. Eskiden bu tip hayallere hüsn-ü kuruntu adını verirlermiş.Bunu farkında olmadan herkes yapar. Ama gerçeğin hüsn-ü kuruntularına denk düşmemesine katlanamayanlar, bu işi biraz abartır.
Hayalleri kırılınca, hınzır cinler köşelerinden kıs kıs gülerken öfkeden ve umutsuzluktan deliye dönenler, kendilerini yiyenler Japon çömlekçilerin eserlerini ya da Michaelangelo’nun kusursuz güzellikteki Davut heykelinin saçlarını hatırlasalar... Ya da endüstri çağından fazla uzaklaşmadan, insan hatalarını önlemek amacıyla mühendislik hesaplarıyla tasarlanmış ve “el değmeden” makinelerle üretilmiş olmalarına karşın, endüstri ürünleri arasından mutlaka çıkan “üretim hatalı” örnekleri düşünseler... dünya onlar için daha katlanılabilir bir yer olurdu.
Bir sonraki adımda, çömlekteki küçük çatlağa sadece katlanmak ve kabullenmekle kalmayıp, ona şefkat göstermek de çok zor değil. Tabii şefkat (metta) göstermenin dereceleri ve farklı biçimleri olduğunu unutmadan.

METTA BHAVANA: BARIŞA GİDEN YOL



Metta Bhavana, tüm duyarlı varlıklar arasındaki ilişkilerde şefkat ve nezaketi geliştirmek için yapılan bir tür meditasyondur. Batı dillerine yetersiz bir şekilde “meditasyon” olarak çevrilen etkinlik, Sankritçe “Dhyana” kelimesiyle ifade edilirken, Çincede “chan” olarak anılıyor. Kelimenin Japoncadaki karşılığı olan “zen”, Japon kültürünün dünya çapında daha popüler olması nedeniyle daha fazla kişice biliniyor.
Metta Budist literatürünün yazıya geçirilmesinde kullanılan ve Güneydoğu Asya’da konuşulan Pali diline ait bir kelimedir. “Bhavana”, “geliştirmek” ya da “işlemek”, “metta” ise “sevgi”, “dostluk”, ya da “şefkat” ve “nezaket” anlamına gelir. Teosofik terimlerle ifade edecek olursak, Metta, “kama manas” ve daha alt basamaklardaki yer alan ve kişiliği oluşturan bedenlerin bildikleri ve yetenekli oldukları bir sevgi türü değildir. Metta Bhavana’yı anlamak ve uygulayabilmek için irade, sezgi ve saf zihin üçlüsünün yani bireyin yetilerini geliştirmeye ihtiyaç duyarız.
Metta Bhavana uygulamasında sadece kendimizin dışında kalan varlıklara değil, kendimize de sevgi ve nezaket göstermeyi amaçlarız. Kendimize sevgi göstermek? Bu fikir, Budist etik anlayışına yabancı olan kültürlerin içinde yetişmiş herkese garip ve hatta itici gelebilir. Özellikle Semitik dinlerin belirli yorumlarıyla beslenen kültürlerde benlik, ya da “nefs” kavramları, insanların zihninde bencillik ve benmerkezcilik gibi olumsuz çağrışımlara neden olur. Kendini sevmek günah sayılır. Böyle kültürlerde pratikte insanlar arasındaki ilişkilerde bencilliğin, benmerkezciliğin ve sevgisizliğin bu kadar yaygın oluşu ilginç ve trajikomik bir çelişkidir.
Bu çelişki neden kaynaklanıyor olabilir? Aslında kişiliğimizin sadece bazı özelliklerini sevmememiz bile, psikolojide yansıtma adı verilen bir savunma düzeni geliştirmemize neden olur: Bir yandan sevmediğimiz özelliklerimizin varlığını inkar eder, diğer yandan onları sürekli başkalarında görür ve onları bu yüzden sevimsiz buluruz. Örneğin kibirli bir insan, sürekli başkalarının kibirli davranışlarını fark eder ve onları eleştirirken, kendisinin çok alçakgönüllü olduğunu sanabilir. Oysa kendimizi kibir gibi olumsuz özelliklerimizle birlikte kabul eder, sever ve anlayış gösterirsek, başkalarına da kusurlarına karşın aynı şekilde davranmamız kolaylaşır. Öyleyse kendimizi sevmemiz, kendimize şefkat ve anlayış göstermemiz bencillik ifadesi değil, başkalarıyla ilişkilerimizi olumlu yönde geliştirmek için gerekli bir önkoşul gibi görünüyor.
Metta Bhavana sadece onayladığımız özelliklere sahip olan ve hoşumuza giden varlıklara yönelmez, aşamalı olarak onaylamadığımız, sevmediğimiz varlıklara kadar genişler. Bu kolaydan zora giden bir yaklaşım sözkonusudur. Metta Bhavanayı ilk aşamada kendimize, ikinci aşamada sevdiğimiz, değer verdiğimiz kişilere, üçüncü aşamada tarafsız olduğumuz, kendilerine karşı herhangi bir şey hissetmediğimiz insanlara, dördüncü aşamada sevmediğimiz hatta nefret ettiğimiz kişilere, son aşamada ise tüm duyarlı varlıklara yöneltiriz.
Metta Bhavana uygulaması sayesinde, başkalarıyla ilişkilerimiz daha ahenkli bir hale gelir, daha az çatışma yaşarız, varolan uyumsuzlukları çözeriz ve iyi ilişkiler kurduğumuz insanlarla olan bağlılığımızı derinleştiririz. Öfke, içerleme, incinme gibi duygularla daha kolay başederiz. Bu sayede çevremizdekilerle daha çok duygudaşlık kurarız, onlara karşı daha duyarlı ve düşünceli, nazik ve bağışlayıcı davranabiliriz. Başkalarınına ve kendimize ait olumlu özellikleri daha çok takdir eder, hatalara ya da kusurlara gereğinden fazla odaklanmayız. Daha sabırlı olmayı öğreniriz.
UYGULAMA
Metta Bhavana meditasyonu da temelde diğer meditasyon türleri gibi uygulanır. Meditasyon yaparken lotus oturuşu adı verilen özel bir şekilde bağdaş kurarak oturmayı gerektiren yöntem popüler kültürde en çok bilineni olsa da, tek yöntem değildir. Kişinin sakin bir ortamda sadece kendi nefes alıp verişine odaklanarak, hareketsiz ve sessiz kalarak alıştığı biçimde oturması yöntemiyle yapılan meditasyon, en yaygın uygulamadır. Bunu yaparken gözlerimizi yarı aralık bırakarak karşımızdaki yakın bir noktaya bakarız.
Meditasyon yaparken zihnimizin geçmişe ya da geleceğe ilişkin düşüncelere ve duygulanımlara dalması, başka bir zaman ve mekanda olmayı arzulaması olağandır. Batılı meditasyon uygulayıcılarınca (Alice Harikalar Diyarında öyküsüne gönderme yaparak) “tavşan delikleri” olarak anılan bu düşüncelere ve duygulanımlara direnmek, onları bastırmaya çalışmak doğru olmadığı gibi, faydasızdır. Chan ya da Zen okullarında eğitim alan uygulayıcılarsa, eğitilmemiş insan zihnini daldan dala atlayan bir maymuna benzetirler. Maymun zihninin (ya da Kama Manas’ın) alışkanlıkları, bir işi mümkün olduğu kadar hızlıca ve fazla özen göstermeden yapıp bir sonraki aşamaya geçmek yönündedir ve bu zihin belirli bir yer ve anda uzun süre kalmaktan kaçınarak hayal aleminde dolaşmayı yeğler. (Belki de bu yüzden televizyon izlemek, bu zihin yapısına en uygun eğlencedir.) Ayrıca Kama Manas, mutlaka maddi ya da gayrı maddi bir şeyi elde etme, sahip olma, kaybetmemek için uğraşma, kendisini onaylatma, doğrulatma vb. vb... peşindedir. Bu bağımlı zihin durumu insanı köleliğe, mutsuzluğa ve huzursuzluğa iter. Meditasyon yapabilmek için bu alışkanlıkları değiştirmek gerekir. Alışkanlıkları değiştirmeyi öğrenme sürecinin, okullarda genellikle izlenen öğretim yöntemi olan teorik bilgileri ezberleme yönteminden farklı bir süreç olduğunu aklımızda tutmalı, acele etmeden, kendimize öğrenmek için gerek duyduğumuz zamanı tanımalıyız. Alışkanlıkları değiştirmek ve yeni alışkanlıklar edinmek ancak irademizi kullanarak yapacağımız düzenli uygulamalar yoluyla mümkün olur.
Zihnimizi meditasyon etkinliğine uygun hale getirmek için yapmamız gereken, meditasyon sırasında düşündüğümüz ve hissettiğimiz geçmişe ya da geleceğe ilişkin her şeyi, hayali bir not defterine not ettiğimizi düşünerek, zihnimizi yeniden içinde bulunduğumuz an ve mekana geri getirmek ve nefesimize odaklanmaktır. Amacımız zihnimizi tamamen boş hale getirmektir.
Nefes alıp verme yöntemimiz de farklı meditasyon uygulama tarzlarına göre değişir. Bir yönteme göre, içimizden 8’e kadar sayarken yavaşça önce ciğerlerimizin üst kısmını, sonra göğüs kafesinin altında yer alan diyafram kasımızı dolduracak şekilde nefes alırız. Diyaframımızın göbek deliğinin 4-5 santim altında yer alan tanden noktasına kadar genişlemesini sağlarız. Nefesimizi üç saniye kadar tuttuktan sonra yine sekize kadar sayarak yavaşça dışarı veririz. Her nefes verişte kaslarımızı alnımızdan başlayarak ayak ucumuza kadar birer birer sırayla gevşetiriz. Meditasyon uygularken nefes borumuzun doğal konumda olması için, omurgamızı kuyruk sokumumuzdan ense köküne kadar doğal şekilde dik tutmaya özen gösteririz. Bu amaçla bir yastıktan da yararlanabiliriz. Önemli olan kendimizi gergin hissetmemek ve bedenimizdeki doğal süreçlerin akışına izin vermektir.
Metta Bhavana meditasyonunu uygularken o anda hissttiğimiz duygulara yoğunlaşırız. Duygulanımlar sandığımız gibi her zaman pasif bir şekilde kabullendiğimiz, kendiliğinden gelişen yaşantılar değildir. Daha çok, belirli durumlarda vermeye alıştığımız belirli tepkiler olarak tanımlanabilirler. Varoluşumuzu idrak ettiğimiz her an, ne hissedeceğimizi seçme şansına bir ölçüde sahibiz. Üzüntü, nefret, öfke, pişmanlık, utanç gibi duygulanımlara tutunmaz ve bizi terk etmelerine izin verirsek sevinç, şefkat, sabır, bağışlama gibi duygulanımlara yer açabiliriz.
Bedenimizin duruş biçimi de duygulanımlarımızı etkiler. Belirli duygulanımları yaşarken bedenimizin nasıl biçimler aldığını düşünelim. Örneğin üzüntü, göğsün içeri çökmesi, sırtın kamburlaşması, başın yere eğilmesiyle bedenimizde ifadesini bulur. Böyle bir duruşla moralimizi yüksek tutmamız mümkün değildir. Yüzümüzde, hiç bir neden aramaksızın bir gülümseme oluşmasına izin verirsek kendimizi daha iyi hissettiğimizi gözlemleyebiliriz.
Beden, zihin ve duygulanımlarımızı yönlendirmeyi öğrendikten sonra, Metta Bhavana’yı yönelttiğimiz kişiyi ve onun sevgi ve saygı uyandıran özelliklerini düşünerek kendi kendimize şu cümleleri tekrarlarız:
“Tehlikeden uzak ol.
Mutlu ol.
Güçlü ve sağlıklı ol,
İyi hisset.”
Metta Bhavana meditasyonunun sevmediğimiz hatta nefret ettiğimiz kişilere yöneldiğimiz dördüncü aşaması diğerlerinden daha zor gözükebilir, çünkü bu kişiye karşı çok güçlü olumsuz duygular besliyor olabiliriz. Ancak duyguların gelip geçici olduğunu ve temellerinde belirli bir zihinsel tutumun (bağımlılığın ya da esaretin) yattığını hatırlamalıyız. Yine “yedi katlı yapı” teorisine uygun şekilde ifade edersek, arzu duyan zihnimizi saf zihnimizle denetleyebilir ve onun nefrete, öfkeye neden olan tutumunu değiştirebiliriz. Bu aşamada şu sözleri tekrarlarız:
“Mutluluğu kendim için olduğu gibi senin için de istiyorum.
Şefkat ve nezaketle karşılaşmanı dilerim.
Manevi ve fiziksel acıdan kurtulmanı dilerim.
Barış ve ahenk içinde yaşamanı dilerim.
Tüm varlıkların mutlu, huzurlu ve rahat olmasını dilerim.”
Bir çiçekçinin yanından geçerken duyduğunuz çiçek kokularını veya tanımadığınız birinin içeri girerken sizin için bir kapıyı tutmasını hatırlayın. İşte o anda hissetikleriniz, Metta Bhavana meditasyonunuyla yaratılması amaçlanan duygulanımlardır. Bu duygulanımların dalga dalga yayılmasından bütün duyarlı varlıklar yararlanır.

KAYNAKLAR:
Zen; a manual for Westerners, Sekiguchi, Shindai, Japan Publications, 1970
Loving Kindness Meditation, Ven. Sujiva, Buddha Dharma Education Association, www.buddhanet.net, 1991
Zen Diary, Paul Wienpahl, Harper & Row, 1970
www.wildming.org/metta
http://www.beyondzen.org/2007/08/06/metta-the-practice-of-loving-kindness-2/

8 Nisan 2010 Perşembe

ALTINOLUK – Kaz dağı - Şahinderesi – Tahtakuşlar



Trenle yolculuk etmeyi severim. Otobüslerin verdiği sıkıştırılmışlık hissi, kesif benzin kokusu içimi daraltır. Bir yandan motordan çıkan tekdüze gürültü, diğer yandan karayolunun değişmeyen çizgisi insanı serseme çevirir. En konforlu olduğu iddia edilenleri bile durmadan sarsılıp harfleri titreştirdiği için kitap okuyamam otobüste. Tren öyle değildir. İki yana doğru çok hafif bir salınımı vardır. Hareket ederken çıkardığı sesler tamamen kendine özgüdür. Müzik niyetine dinleyebilirsiniz. Rayların takırtısı, rüzgarın vagonlara dokunmasıyla duyulan uğultuya karışır, hafif sıçramalarla arada müziğin ritmi değişir gibi olur. Trende hareketsiz oturmaktan sıkılırsanız, kalkıp yemekli vagona kadar yürüyebilir, orada bir şeyler yiyip içerek kitabınızı okuyabilirsiniz.
Ankara'dan Balıkesir'e her zaman trenle giderim. Oradan iki-üç saat uzaklıktaki Altınoluk'a varmak için maalesef otobüse binmek zorunda kalırım. Altınoluk'un önce zeytin ağaçları, saçlarını savura savura, meraklı köy çocukları gibi, sizi karşılamak için, yolunuza çıkar. Kazdağı'nın çocuklarıdır onlar. Kazdağı'na bir zamanlar “canavarlar anası, bin pınarlı İda” demişler ama, bizim bildiğimiz betondan, çelikten yapılma canavarların anası değildir o. Zeytinler, çınarlar ve göknarların, onların dallarında yuva yapan sincapların, birbirinden alımlı ötücü ve yırtıcı kuşların, ayı, domuz, sırtlan, vaşak, kurt ve tilkilerin, tüm dünyada sadece Kazdağında yetişen şifalı otların ve çiçeklerin, yani binlerce canın anasıdır o. Denizi kirleten, zeytin ağaçlarını söken, ormanları ateşe veren canavarlarsa buralara sonradan gelmiştir. Kazdağı onları, onlar da Kazdağı'nı sevmez.
Altınoluk'un bir ucu dağın eteklerinde, bir ucu deniz kıyısındadır. İçinden Şahinderesi geçer. Şahinderesi, Kazdağı'nın tepelerinden gelir, adını verdiği kanyonun içinden geçip denize dökülür. Yukarılarda ürkütücü, geçit vermez, sarp kayalıkların arasında akan ve ulaşılmaz olan Şahinderesi, dağlı göçerler gibi, düze inince savunmasız kalır, durgunlaşır, suyu bulanıklaşır. Derenin denizle buluştuğu yerdeki küçük köprünün etrafında, sabah erken saatlerde yalıçapkınları uçuşur.
Altınoluk'un dağ eteklerine yaslanan ucunda, serin çınaraltı kahvelerinde oturup geleni geçeni güleryüzle seyreden sakinleri, deniz kıyısındaki uçta yazlık evlerde oturan tatilcilerden ayrı bir alemde gibidir. Tatilcilerin çoğu, buraların bir yaz mevsimini, bir de denizini (o da kıyısından kenarından) bilir. Dört mevsimin dördünde de ayrı bir efsane gibi yaşayan Kazdağı'na neden Kazdağı dendiğini bilmez, merak da etmezler.
Kaz, Altınoluk'un yakınındaki Tahtakuşlar Köyünde yaşayanlarca hala sürdürülen bir geleneğe göre kutsal bir kuştur. Sarıkız da bu kutsal kuşların ermiş çobanı. Adına adaklar sunulan Sarıkız, Kazdağı'nda “sır” olmuş, dağla bütünleşmiştir. Dağda yaşayan tüm canlıları koruyan dağın ölümsüz ruhudur. Her sene Kazdağı'nın zirvesi Karataş Tepesinde, Kazavlusu adı verilen taşlarla çevrili büyük alanda Sarıkız Hayırı adı verilen törenler yapılır, kaz çobanı Sarıkız anılır. Başlarında çiçekli oyalar işlenmiş yazmalarıyla kadınlar kazanlarla yemek pişirir, dağın tüm sakinlerini barındırıp beslemesini örnek alırcasına herkese ikramda bulunurlar. Sarıkızla ilgili efsaneler birbirinden farklı olsa da, ortak yönleri, yerleşik törelerle çatışan, özgürlüğüne düşkün, ele avuca sığmaz bir Sarıkızdan sözetmeleri... Sarıkız'ın aynı onun gibi yerleşik halkın töreleriyle çatışan göçerlerce kutsaması tesadüf olamaz elbette.
Tahtakuşlar Köyünde, bir zamanlar yörede yaşamış olanlardan geriye kalanları saklayan bir etnografya galerisi bulunur. Etnografya sözüne aldanmamak lazım, sadece insanların değil, doğanın da tarihine ve bugününe dair izlere rastlanabilir orada. Dağdan toplanıp şifalı çaylar kaynatılan otlara, rengini kök boyalardan alan dokumalara, tohumlardan, kuş tüylerinden, kemiklerden yapılmış takılara bakınca insanın tarihinin doğanın tarihinden koparılmadığı bir yerde olduğunuzu anlarsınız. Müzeyi kuran Alibey Kudar ve ailesinin söylediklerine göre, karanfil tohumlarından yapılmış kolyeyi eskiden evlenme çağındaki genç kadınlar takar, evlenecekleri kişiyi seçtiklerinde kolyeyi ona armağan ederlermiş. Zeytin çekirdeklerinden yapılmış kolye, barışı simgeliyormuş. Zeytin çiçeği esansında bekletilen bu kolye, tüm diğer takılar gibi aynı zamanda hem takı hem de güzel bir parfüm yerine geçiyor. Görünüşlerinin güzelliği kadar taşıdıkları anlam ve işlevler de önemli. “Ana kokusu” isimli kolye, küçük çocuğu olan kadınların kullandığı parfümlü bir takı. Kadınlar, çocuklarını bırakıp bir yere gidecekleri zaman, kolyeyi çocuğun boynuna takıyorlar, böylece annelerinden duymaya alışık oldukları bir çeşit parfüm kokusunu taşıyan bu kolyeden gelen kokuyu duyan çocuk, annesinin yakında olduğunu düşünüp ağlamıyormuş.
Kazdağlarında izine rastlayabileceğimiz, hala yaşatılan bir başka gelenek, ağaçlara kumaş parçaları bağlayarak dilek dileme geleneğidir. Ermiş sayılan kişilerin türbeleri civarında da gözlemlenen bu gelenek, Sarıkız'ın ve babası Cılbak Baba'nın türbelerinin Kazdağında olduğu inancına dayanır. Ağaç dallarına bağlanan renk renk kumaş parçalarının her biri, çok istenen, özlenen şeylerin ifadesidir. Belli ki dualar okuyarak, dileğin gerçekleşmesine aracı olacak ermişlere yalvararak bağlanmıştır her düğüm. Bir hastanın iyileşmesini, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı dileyen, isteklerine kavuşmak için de böyle saf yürekli ve kimseye zararı olmayan yollara başvuranların, sıradan, masum dilekleri ağaç dallarında yazısız mektuplar gibi uçuşup durur.
Altınoluk'un deniz kıyısına inince yöre sakinlerinden, kumlu çakıllı toprakta yetişmiş, her sene tuzlu da olsa meyve veren iğde ağacını, balıkçı teknelerini takip etmedikleri zamanlarda çatılara tüneyen gümüş martıları, Eylülde bile hala çığlıklar atarak ortalıkta dolaşan kırlangıçları selamlamadan geçmeyin Deniz, kalabalığın terkettiği kış mevsiminde sert rüzgarları kıyıya taşır. Soğuk ve nemli rüzgar, kıyıdaki yazlık evlerin yüzünü tırmalar, duvarların sıvasını döker. Bütün yaz tatilcilerin gürültüleriyle, çöpleriyle taciz ettikleri deniz kıyısı kendi haline bırakılmıştır artık. Şimdi lokantaya dönüştürülmüş ahşap bir balıkçı barınağında sobanın yanında ısınarak sıcak bir şeyler yiyip içmenin tam zamanıdır.

GEZGİN VE ALIÇ AĞACI




Size iki dosttan sözetmek istiyorum.

Birbirlerinden çok farklı olsalar da biribirlerine sevgiyle bağlıymışlar. Dostlardan biri bir doğa gezginiymiş, diğeriyse doğduğundan bu yana bulunduğu dağın tepesinden hiç ayrılmamış. Gezgin çok gençmiş, dostu ise çok yaşlı. Birlikte yaptıkları uzun söyleşilerde nasıl olup da dünyaya düştüklerini anlamaya çalışmışlar.

Gezgin sırf dostuyla sohbet etmek için mevsimin yaz ya da kış, havanın fırtınalı ya da kavurucu sıcak olmasına aldırmadan dağın tepesine tırmanırmış. Gezgin dağda gördüğü manzarayı seyrederken, orada olmaktan büyük bir sevinç duyarmış. Ona göre bu dağ, insanların yarattığı yapay dünyanın bunaltıcılığından, tatsızlığından, bencil kaygılarından uzakta, her şeyin olduğu gibi gözüktüğü, yalansız, gösterişsiz ve sessiz bir büyüklüğü barındırırmış. Dostu da ona yaşamın milyonlarca yıllık tarihine ilişkin bildiği öyküleri anlatırmış. Gezgin bu öyküleri dinlerken, zaman içinde bir yolculuğa çıktığını düşlermiş, dünyada hiçbir canlı varlığın barınmadığı zamanlardan bugüne, yaşamın yavaş yavaş ortaya çıkışı, tek hücreli organizmalardan en karmaşık yaşam formlarına doğru gelişmesi gözlerinin önünde canlanırmış. Öykülere eşlik eden, ama dile getirilmediği için sadece sezilebilen gerçek ise hayatın hem milyonlarca yıl kadar kısa, hem de bir an kadar uzun olabileceğiymiş.

Gezginin dostu yaşlı bir alıç ağacıymış.

Bir gün, birbirlerini son kez gördüklerini bilmeden yaptıkları bir söyleşide alıç ağacı gezgine şöyle demiş:

“Doğanın sabrı çok, ama zamanı daha çok; ezelden ebede kadar zamanı var onun… Sen, ben günlük kelebek gibiyiz; yüzlerce, binlerce yıl içinde olup biten değişiklerin farkına bile varmayız. Bir gün gelmiş bakmışsın ki ben yokum. Benim buradaki varlığımı senden başka kim hatırlar? Kimse!...”

Gerçekten de, bir gün, uzun zamandır ziyaretine gidemediği dostunu görmek için dağın tepesine tırmanan gezgin, onu bulamamış ve ağacın kesildiğini anlamış.

Bugünse dostluklarından geriye kalan, sadece gezginin alıç ağacıyla yaptıkları uzun söyleşileri aktardığı bir kitaptır. Sonsuzluk içinde bir iz bırakabilmek için gezginin tek bildiği yol buydu, tıpkı ağaçların tohumlarını toprağa bırakması gibi, o da öğrendiklerini ve düşündüklerini kitap sayfalarına bıraktı. Bu iki kelebeksi ömrün bir zamanlar varolduğundan, bugün ancak böylece haberdar olabiliyoruz.

***

Bu öyküdeki gezgin’in yaratılmasına esin kaynağı olan kişi, aslında bir botanikçi olan Hikmet Birand ‘dır. Birand, kendisinin keşfedip Crataegus Dikmensis olarak isimlendirdiği Dikmen Alıcı’nın ağzından, doğal tarihe ilişkin renkli bir anlatıyı sunduğu “Alıç Ağacıyla Sohbetler” kitabının yazarıdır. Bu kitabı yazarken birincil amacı, herkesin anlayabileceği bir dille dünyada hayatın ilk kez oluşumunu, bitkilerin ortaya çıkışını ve geçirdikleri evrimi anlatmak, ağaçların, çalıların ve toprağın kendilerine özgü varlık koşullarıyla ilgili bildiklerini aktarmaktır. Bunu yaparken, Dikmen Alıcını kişileştirmesi ve onu kendi yaşam öyküsüyle ilişkilendirme biçimi ve ona duyduğu sevgiyi, bağlılığı ifade etmesi ise herhangi bir popüler bilim eserinin başaramayacağı önemli bir şey yapıyor: İnsanmerkezcilikten kurtulup, insan dışındaki bir canlı varlığı eşitimiz olarak tanımamızın ve sevmemizin mümkün olduğunu ve yine doğadan kopuk, doğanın yazgısından tamamen bağımsız bir yazgıya sahip olamayacağımızı ortaya koyuyor.