8 Nisan 2010 Perşembe

GEZGİN VE ALIÇ AĞACI




Size iki dosttan sözetmek istiyorum.

Birbirlerinden çok farklı olsalar da biribirlerine sevgiyle bağlıymışlar. Dostlardan biri bir doğa gezginiymiş, diğeriyse doğduğundan bu yana bulunduğu dağın tepesinden hiç ayrılmamış. Gezgin çok gençmiş, dostu ise çok yaşlı. Birlikte yaptıkları uzun söyleşilerde nasıl olup da dünyaya düştüklerini anlamaya çalışmışlar.

Gezgin sırf dostuyla sohbet etmek için mevsimin yaz ya da kış, havanın fırtınalı ya da kavurucu sıcak olmasına aldırmadan dağın tepesine tırmanırmış. Gezgin dağda gördüğü manzarayı seyrederken, orada olmaktan büyük bir sevinç duyarmış. Ona göre bu dağ, insanların yarattığı yapay dünyanın bunaltıcılığından, tatsızlığından, bencil kaygılarından uzakta, her şeyin olduğu gibi gözüktüğü, yalansız, gösterişsiz ve sessiz bir büyüklüğü barındırırmış. Dostu da ona yaşamın milyonlarca yıllık tarihine ilişkin bildiği öyküleri anlatırmış. Gezgin bu öyküleri dinlerken, zaman içinde bir yolculuğa çıktığını düşlermiş, dünyada hiçbir canlı varlığın barınmadığı zamanlardan bugüne, yaşamın yavaş yavaş ortaya çıkışı, tek hücreli organizmalardan en karmaşık yaşam formlarına doğru gelişmesi gözlerinin önünde canlanırmış. Öykülere eşlik eden, ama dile getirilmediği için sadece sezilebilen gerçek ise hayatın hem milyonlarca yıl kadar kısa, hem de bir an kadar uzun olabileceğiymiş.

Gezginin dostu yaşlı bir alıç ağacıymış.

Bir gün, birbirlerini son kez gördüklerini bilmeden yaptıkları bir söyleşide alıç ağacı gezgine şöyle demiş:

“Doğanın sabrı çok, ama zamanı daha çok; ezelden ebede kadar zamanı var onun… Sen, ben günlük kelebek gibiyiz; yüzlerce, binlerce yıl içinde olup biten değişiklerin farkına bile varmayız. Bir gün gelmiş bakmışsın ki ben yokum. Benim buradaki varlığımı senden başka kim hatırlar? Kimse!...”

Gerçekten de, bir gün, uzun zamandır ziyaretine gidemediği dostunu görmek için dağın tepesine tırmanan gezgin, onu bulamamış ve ağacın kesildiğini anlamış.

Bugünse dostluklarından geriye kalan, sadece gezginin alıç ağacıyla yaptıkları uzun söyleşileri aktardığı bir kitaptır. Sonsuzluk içinde bir iz bırakabilmek için gezginin tek bildiği yol buydu, tıpkı ağaçların tohumlarını toprağa bırakması gibi, o da öğrendiklerini ve düşündüklerini kitap sayfalarına bıraktı. Bu iki kelebeksi ömrün bir zamanlar varolduğundan, bugün ancak böylece haberdar olabiliyoruz.

***

Bu öyküdeki gezgin’in yaratılmasına esin kaynağı olan kişi, aslında bir botanikçi olan Hikmet Birand ‘dır. Birand, kendisinin keşfedip Crataegus Dikmensis olarak isimlendirdiği Dikmen Alıcı’nın ağzından, doğal tarihe ilişkin renkli bir anlatıyı sunduğu “Alıç Ağacıyla Sohbetler” kitabının yazarıdır. Bu kitabı yazarken birincil amacı, herkesin anlayabileceği bir dille dünyada hayatın ilk kez oluşumunu, bitkilerin ortaya çıkışını ve geçirdikleri evrimi anlatmak, ağaçların, çalıların ve toprağın kendilerine özgü varlık koşullarıyla ilgili bildiklerini aktarmaktır. Bunu yaparken, Dikmen Alıcını kişileştirmesi ve onu kendi yaşam öyküsüyle ilişkilendirme biçimi ve ona duyduğu sevgiyi, bağlılığı ifade etmesi ise herhangi bir popüler bilim eserinin başaramayacağı önemli bir şey yapıyor: İnsanmerkezcilikten kurtulup, insan dışındaki bir canlı varlığı eşitimiz olarak tanımamızın ve sevmemizin mümkün olduğunu ve yine doğadan kopuk, doğanın yazgısından tamamen bağımsız bir yazgıya sahip olamayacağımızı ortaya koyuyor.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder