20 Temmuz 2012 Cuma

Şehrin İçindeki Nehir




  "Çiftlik evi duraksamış. Meydana küskün olsa da, şehrin yeni caddesiyle boynuna bir numara asılmış. Ama bir zamanlar evle kol kola gezen nehir nerede?
  Nehri tanıyan, parmaklarımın arasından coşkuyla gürleyişini, sularına attığım çiçeğin akıntılarına kapılışını görmüş biri olarak soruyorum.
  Çayırın yeşilliği şehrin kaldırımlarının altına çimentoyla gömülebilir. Taş ocakların alevleri elma ağaçlarını yutabilir. Su da nehri, odunların ateşi beslediği gibi beslemez mi?
  Artık istenmeyen ölümsüz bir gücü nasıl yok edersiniz? Kül yığınları altına gömerek kaynağını nasıl kesersiniz?
  Nehir yerin dibine, taştan bir lağım zindanına hapsedildi. Kokmuş karanlıkta hala yaşıyor ve akıyor. Hem de belki zaman zaman korkusuz davranmaktan başka hiç suçu yokken.
  Antika haritalar dışında hiç kimse burada bir nehrin aktığını bilemeyecek. Ama acaba bu yeni yapılmış şehri işinden alıkoyan, uykusundan eden düşünceler, nehrin sonsuza kadar hapsedildiği yer altından geliyor olabilir mi?"

Robert Frost

Varolan bütün su – canlılık – kaynakları kurutulmuş, insan eliyle çölleştirilmiş bir şehrin hayatı nasıldır?
Geçmişte su kaynakları çok zengin olan Ankara şehrinin akarsuları kurutularak öldürüldü ve gömüldü. Onlarla birlikte bir dönemin bütün bir anlam dünyası, manaya ilişkin nesi varsa yeraltına gömüldü, kirletildi, çoraklaştı. Şimdi şehir büyük bir otoban ağının kenarına sıralanmış çok katlı betonarme binalarla sarılmış, kupkuru ve cansız.
Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Bent Deresi, İncesu, Ankara Çayı...
Bu akarsular, insanların “aziz” saydığı, tüm canlıların vazgeçilmezi, su kaynağı olmanın yanında, başka anlamlar da taşıyordu:
Çubuk Çayı Ankara’nın önemli ermiş kişilerinden olan Hacı Bayram-ı Veli’nin köyü olan Solfasol köyünden geçer. Bu yüzden halk, Çubuk Çayını onunla özdeşleştirmişti. Dilekleri olanlar, dileklerini kağıda yazıp meşin keseler içine koyar, Çubuk Çayı’nın sularına bırakırlardı.
Hatip Çayı’nın kaynağı, İdris Dağı’nın eteklerindeydi. Hatip Çayına adını veren ermiş kişi, Hatip Ahmet İsfahani, yetiştirdiği meyve ağaçlarının, sebzelerin bol ürün vermesiyle ünlenmişti. Çayın civarında bağı bahçesi olanlar, Hatip Çayının onun kerametini taşıdığına ve bu yüzden daha çok ürün aldıklarına inanırdı.
Hatip Çayı, Ankara Kalesi yakınlarında üzerine Roma İmparatorluğu zamanında kurulan su bendi nedeniyle, Bent Deresi adını alıyordu. Bent Deresi, İncesu Deresi ile birleştikten sonra, Sakarya Nehri’ne döküldüğü noktaya kadar Ankara Çayı olarak anılmaktaydı.
Bu akarsuların hepsi, halkın geçimlik uğraşları, gelenekleri, inanışları ile iç içe geçmiş, gündelik yaşayışın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdi. Şehirde yaşayan diğer canlılarla birlikte, yaşamın akışını sürdüren, uyum ve bütünleşme içinde ortak bir varoluş içindeydiler. Şehrin yaşayışını bir filme benzetecek olursak, Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Bent Deresi, İncesu, Ankara Çayı, filmin kahramanları arasındaydı. O zamanın insanı kendisini filmin diğer karakterlerinden ayrıcalıklı, üstün bir konuma yerleştirmeyi anlamlı bulmuyordu.
Modern bakış açısıyla nesneleştirilen ve üzerinden fayda sağlanması gerektiğine inanılan, “boşu boşuna” (!) aktığı düşüncesiyle illa ki bir baraja, sulama kanalına ya da atık su sistemine dahil edilmesi gerektiği sanılan, hiç biri olmuyorsa kurutulması için azmedilen akarsuların yokoluşunun bütün bir yaşama biçiminin ve anlam dünyasının yokoluşuyla ya da yer altına gömülmesiyle zamandaş olması rastlantı değil.
Cumhuriyet dönemiyle başlayan Ankara’nın “modernleştirilme” hareketi, doğayı olduğu gibi, yerel kültürü ve inanışları da “ıslah” etme anlayışını taşıyordu. Bu dönemde bir akarsuyun ıslah edilmesi, genellikle kurutulması veya üstüne çimento dökülerek gömülmesi anlamına geliyordu. Yerel kültürün ve inanışlarınsa, Batıcı, tek doğrucu, pozitivist ve rasyonalist bir anlayışla, devlet eliyle oluşturulmuş dogmaların çimentosuna gömülerek kurutulması bu modernleşme anlayışının gereklerindendi. Gerçekten de dogmatik, denetleyici bir zihin yapısı, bir akarsuyun varoluşuna uyum sağlayamaz. Kendiliğindenliği, doğal akışın getirdiklerini reddetmemeyi ve varlıklararası bütünlük içinde olmayı içine sindiremez.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yapılan şehir planlarının uygulanmayıp konut sorununa bir çözüm bulunmaması, insanların kaçak ve plansız yapılara yerleşmesi, su kaynaklarının insani atıklarla kirletilmesine neden oldu. Planlar neden uygulanmadı? Kısa bir anlatımla, insan zaafları yüzünden. Masa başında planlar yapılırken, bu zaaflar hesaba katılmamıştı. Kolay yoldan zenginleşmek isteyenlerin bencillik ve hırsları sonucunda, arsa spekülasyonu yapılması, planlı yapılaşmayı olanaksız hale getirdi. İlgilenilmeyen ve sorunlarına çözüm bulunması düşünülmeyen akarsuların, insana yaşama sevinci taşıyan doğal bir hazine olmaktan uzaklaşıp, insani atıkları taşıması ve halk sağlığını tehlikeye atar hale gelmesi ve son olarak 1957 yılında Ankara’da yaşanan büyük sel felaketi... Bunların hepsi kurutmanın ve yok etmenin bahanesi haline geldi. Bir dönemin insanlarının ihmalleri, umursamazlığı ve bencil hırsları sonucunda ortaya çıkan “doğal” felaketlerin sorumluluğu, üzeri çimentoyla örtülen akarsulara yüklendi.
Yok edilen yerel kültürün ve inanışların yerine devlet eliyle konulmak istenen “modern” yaşama biçimi, yaygın ve kalıcı olmadı. Kitabi, çatık kaşlı, resmi Batıcı kültür anlayışı, yaşayan, kendiliğinden akan bir kültürün yerini dolduramadı. Tıpkı parklardaki yapay havuzların suyu gibi durgun, hayat vermeyen, sadece göstermelik bir anlayış olduğu için...
Zihinlerimizle doğal ve insani çevremiz aslında ne kadar iç içe geçmiş bir bütün. Doğaya ne yapıyorsak, insan ilişkilerini ve yaşayışını da o yönde dönüştürüyoruz. Doğal olanla ilişkimiz nasılsa, kendimizle ve başka varlıklarla ilişki kurma ve yaşama biçimimiz de öyle. İçtiğimiz suyun, soluduğumuz havanın zehirli atıklarla doldurulduğunun bilincinde olmadığımız gibi, zihnimizin de hırs ve kaygılarla zehirlendiğini farkedemiyoruz. Toprağın betonlaştığı, yapay havuzların akarsuların yerini aldığı, bitkilerin ve hayvan türlerinin kendilerine ayrılan kısıtlı alanlara hapsedildiği ölçüde zihinlerimiz de enginlik, dinginlik ve sevinçten yoksun kalıyor. Hırslarımızı doyurmak ve kaygılarımızdan kurtulmak için daha fazlasına sahip olmanın, geçici bencil mutlulukların peşinde koşmanın çözüm olduğunu sandığımız sürece, su ve hava daha çok zehirleniyor. Doğal olan bastırılıp yokedildikçe, enginlik, dinginlik ve sevinç yoksunluğu artıyor.