"Çiftlik evi
duraksamış. Meydana küskün olsa da, şehrin yeni caddesiyle boynuna bir numara
asılmış. Ama bir zamanlar evle kol kola gezen nehir nerede?
Nehri
tanıyan, parmaklarımın arasından coşkuyla gürleyişini, sularına attığım çiçeğin
akıntılarına kapılışını görmüş biri olarak soruyorum.
Çayırın
yeşilliği şehrin kaldırımlarının altına çimentoyla gömülebilir. Taş ocakların alevleri elma ağaçlarını yutabilir. Su da nehri, odunların ateşi beslediği gibi beslemez
mi?
Artık istenmeyen
ölümsüz bir gücü nasıl yok edersiniz? Kül yığınları altına gömerek kaynağını nasıl
kesersiniz?
Nehir yerin
dibine, taştan bir lağım zindanına hapsedildi. Kokmuş karanlıkta hala yaşıyor
ve akıyor. Hem de belki zaman zaman korkusuz davranmaktan başka hiç suçu yokken.
Antika haritalar dışında hiç kimse burada bir nehrin aktığını bilemeyecek.
Ama acaba bu yeni yapılmış şehri işinden alıkoyan, uykusundan eden düşünceler, nehrin
sonsuza kadar hapsedildiği yer altından geliyor olabilir mi?"
Robert Frost
Varolan
bütün su – canlılık – kaynakları kurutulmuş, insan eliyle çölleştirilmiş bir
şehrin hayatı nasıldır?
Geçmişte
su kaynakları çok zengin olan Ankara şehrinin akarsuları kurutularak öldürüldü
ve gömüldü. Onlarla birlikte bir dönemin bütün bir anlam dünyası, manaya
ilişkin nesi varsa yeraltına gömüldü, kirletildi, çoraklaştı. Şimdi şehir büyük
bir otoban ağının kenarına sıralanmış çok katlı betonarme binalarla sarılmış, kupkuru
ve cansız.
Çubuk
Çayı, Hatip Çayı, Bent Deresi, İncesu, Ankara Çayı...
Bu
akarsular, insanların “aziz” saydığı, tüm canlıların vazgeçilmezi, su kaynağı olmanın
yanında, başka anlamlar da taşıyordu:
Çubuk
Çayı Ankara’nın önemli ermiş kişilerinden olan Hacı Bayram-ı Veli’nin köyü olan
Solfasol köyünden geçer. Bu yüzden halk, Çubuk Çayını onunla özdeşleştirmişti.
Dilekleri olanlar, dileklerini kağıda yazıp meşin keseler içine koyar, Çubuk
Çayı’nın sularına bırakırlardı.
Hatip
Çayı’nın kaynağı, İdris Dağı’nın eteklerindeydi. Hatip Çayına adını
veren ermiş kişi, Hatip Ahmet İsfahani, yetiştirdiği meyve ağaçlarının,
sebzelerin bol ürün vermesiyle ünlenmişti. Çayın civarında bağı bahçesi
olanlar, Hatip Çayının onun kerametini taşıdığına ve bu yüzden daha çok ürün
aldıklarına inanırdı.
Hatip
Çayı, Ankara Kalesi yakınlarında üzerine Roma İmparatorluğu zamanında kurulan su
bendi nedeniyle, Bent Deresi adını alıyordu. Bent Deresi, İncesu Deresi ile birleştikten
sonra, Sakarya Nehri’ne döküldüğü noktaya kadar Ankara Çayı olarak anılmaktaydı.
Bu
akarsuların hepsi, halkın geçimlik uğraşları, gelenekleri, inanışları ile iç içe
geçmiş, gündelik yaşayışın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdi. Şehirde
yaşayan diğer canlılarla birlikte, yaşamın akışını sürdüren, uyum ve bütünleşme
içinde ortak bir varoluş içindeydiler. Şehrin yaşayışını bir filme benzetecek
olursak, Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Bent Deresi, İncesu, Ankara Çayı, filmin
kahramanları arasındaydı. O zamanın insanı kendisini filmin diğer
karakterlerinden ayrıcalıklı, üstün bir konuma yerleştirmeyi anlamlı
bulmuyordu.
Modern
bakış açısıyla nesneleştirilen ve üzerinden fayda sağlanması gerektiğine
inanılan, “boşu boşuna” (!) aktığı düşüncesiyle illa ki bir baraja, sulama
kanalına ya da atık su sistemine dahil edilmesi gerektiği sanılan, hiç biri
olmuyorsa kurutulması için azmedilen akarsuların yokoluşunun bütün bir yaşama
biçiminin ve anlam dünyasının yokoluşuyla ya da yer altına gömülmesiyle zamandaş
olması rastlantı değil.
Cumhuriyet
dönemiyle başlayan Ankara’nın “modernleştirilme” hareketi, doğayı olduğu gibi,
yerel kültürü ve inanışları da “ıslah” etme anlayışını taşıyordu. Bu dönemde bir
akarsuyun ıslah edilmesi, genellikle kurutulması veya üstüne çimento dökülerek
gömülmesi anlamına geliyordu. Yerel kültürün ve inanışlarınsa, Batıcı, tek
doğrucu, pozitivist ve rasyonalist bir anlayışla, devlet eliyle oluşturulmuş
dogmaların çimentosuna gömülerek kurutulması bu modernleşme anlayışının
gereklerindendi. Gerçekten de dogmatik, denetleyici bir zihin yapısı, bir
akarsuyun varoluşuna uyum sağlayamaz. Kendiliğindenliği, doğal akışın
getirdiklerini reddetmemeyi ve varlıklararası bütünlük içinde olmayı içine
sindiremez.
Cumhuriyetin
kuruluşundan sonra yapılan şehir planlarının uygulanmayıp konut sorununa bir
çözüm bulunmaması, insanların kaçak ve plansız yapılara yerleşmesi, su
kaynaklarının insani atıklarla kirletilmesine neden oldu. Planlar neden
uygulanmadı? Kısa bir anlatımla, insan zaafları yüzünden. Masa başında planlar
yapılırken, bu zaaflar hesaba katılmamıştı. Kolay yoldan zenginleşmek
isteyenlerin bencillik ve hırsları sonucunda, arsa spekülasyonu yapılması,
planlı yapılaşmayı olanaksız hale getirdi. İlgilenilmeyen ve sorunlarına çözüm
bulunması düşünülmeyen akarsuların, insana yaşama sevinci taşıyan doğal bir
hazine olmaktan uzaklaşıp, insani atıkları taşıması ve halk sağlığını tehlikeye
atar hale gelmesi ve son olarak 1957 yılında Ankara’da yaşanan büyük sel
felaketi... Bunların hepsi kurutmanın ve yok etmenin bahanesi haline geldi. Bir
dönemin insanlarının ihmalleri, umursamazlığı ve bencil hırsları sonucunda
ortaya çıkan “doğal” felaketlerin sorumluluğu, üzeri çimentoyla örtülen
akarsulara yüklendi.
Yok
edilen yerel kültürün ve inanışların yerine devlet eliyle konulmak istenen “modern”
yaşama biçimi, yaygın ve kalıcı olmadı. Kitabi, çatık kaşlı, resmi Batıcı
kültür anlayışı, yaşayan, kendiliğinden akan bir kültürün yerini dolduramadı.
Tıpkı parklardaki yapay havuzların suyu gibi durgun, hayat vermeyen, sadece
göstermelik bir anlayış olduğu için...
Zihinlerimizle
doğal ve insani çevremiz aslında ne kadar iç içe geçmiş bir bütün. Doğaya ne
yapıyorsak, insan ilişkilerini ve yaşayışını da o yönde dönüştürüyoruz. Doğal
olanla ilişkimiz nasılsa, kendimizle ve başka varlıklarla ilişki kurma ve
yaşama biçimimiz de öyle. İçtiğimiz suyun, soluduğumuz havanın zehirli
atıklarla doldurulduğunun bilincinde olmadığımız gibi, zihnimizin de hırs ve
kaygılarla zehirlendiğini farkedemiyoruz. Toprağın betonlaştığı, yapay havuzların
akarsuların yerini aldığı, bitkilerin ve hayvan türlerinin kendilerine ayrılan
kısıtlı alanlara hapsedildiği ölçüde zihinlerimiz de enginlik, dinginlik ve
sevinçten yoksun kalıyor. Hırslarımızı doyurmak ve kaygılarımızdan kurtulmak
için daha fazlasına sahip olmanın, geçici bencil mutlulukların peşinde koşmanın
çözüm olduğunu sandığımız sürece, su ve hava daha çok zehirleniyor. Doğal olan
bastırılıp yokedildikçe, enginlik, dinginlik ve sevinç yoksunluğu artıyor.