Hem
doğal hem de sosyal ekoloji bakımından sürdürülebilirliği olmayan şehirler,
dünyanın her yerinde benzer sorunlarla mücadele ediyor. Aşırı nüfus
yığılmasıyla temiz hava ve su kaynaklarına ve güvenli gıdaya ulaşma
olanaklarının tükenmesi, ulaşımın ve enerjinin fosil yakıtlarla sağlanması
sonucu, hava kirliliğinin ve küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının
artması... İnsan ilişkilerinin yabancılaşma, ayrımcılık ve rekabetten
kaynaklanan çatışmalarla sorunlu hale gelmesi, şiddetin ve zihinsel
rahatsızlıkların yükselmesi...
Tüm
bu sorunların karşısında bazı çevrecilerin tepkisi, şehirden kırsala kaçışı bir
çözüm olarak öne sürmek oluyor. Organik tarıma ve doğal çevreye mümkün olduğu
kadar az (?) zarar vererek yaşamaya ilişkin etkinliklerin yürütüldüğü köy ölçeğinde
yerleşimlerde örgütlenmiş sınırlı sayıda, seçilmiş kişilerden oluşan cemaatler
halinde yaşamak... Bu gibi romantik fantaziler, köy ve cemaat hayatını pembe
gözlüklerle gören, şehirde yaşamaya alıştığı için şehrin eğitim, sağlık ve
sosyal hayata ilişkin olanaklarını kanıksamış kişilerin kaçış planları olmaktan
çıkıp, daha geniş bir bakış açısıyla, daha fazla kişinin refahı için çözüm
önerisine dönüşemiyor. Şehir nüfusunu oluşturan geniş yığınların kırsala dönüp
ekoköylerde yaşamaya karar verdiğini varsaydığımızda, bunun zaten sınırlı ölçekteki
yaban hayatın sonunu getireceğini öngörmek zor değil.
Öyleyse
hem şehrin, hem de kırsal yaşamın en iyi yönlerini birleştiren yaşam alanları
kurulabilir mi? Eko-şehir, böyle yaşam alanlarına verilen isim. Temel
özellikleri, aşağıdaki gibi sıralanabilir:
- Kendine yeterli ekonomi ve yerel kaynaklara dayalılık
- Karbon salınımını azaltan yenilenebilir enerji kullanımı
- İyi planlanmış yolların ve yapıların yeraldığı, sırasıyla yürümeye ya da engelli bireylerin ulaşımına, bisiklet kullanımına ve toplu taşıtlara öncelik veren toplu ulaşım sistemi.
- Suyun ve enerji kaynaklarının verimli kullanımına, atıkların geri dönüşümüyle sıfır atık yaratmaya olanak sağlayan kaynak yönetimi.
- Çevresel yıkıma uğramış alanların restorasyonunu sağlama.
- Bütün sosyo-ekonomik ve etnik gruplar için yaşanabilir ve erişilebilir konut güvencesi ve kadınlar, azınlıklar ve engelliler için yaşam olanaklarının artırılması
- Yerel tarımsal üretim yapılması
- Yaşam biçimleri bakımından gönüllü sadeliği destekleyen, tüketimi azaltıcı ve ekolojik sürdürülebilirlik bilincini geliştiren ortam.
Günümüzde
eski tip, ekolojik olmayan şehirlerin bu sayılan ölçütlere uyum sağlamak için
dönüştürülmesi olanaksız gibi görünebilir. Ancak Çin, Hindistan, Birleşik Arap
Emirlikleri ve Avrupa’nın birçok ülkesinde eko-şehir ve eko-mimari uygulamaları
hayata geçirilmeye başlandı bile. Özellikle Çin, dünya nüfusunun yedide birini
oluşturan nüfusu ve Pekin gibi ekolojik felaket haline gelen şehirleriyle, sorunlarının
çözümü için gelecek 10 yıl içinde eko-şehirler kurup 250 milyon kişiyi
yerleştirmeyi planlıyor.
Ancak
eko-şehir uygulamalarının, Birleşik Arap Emirliklerinde halen inşa edilmekte olan
Masdar Kentiyle ilgili kuşkularını dile getiren Nicolai Ouroussoff’un söylediği
gibi, sadece ayrıcalıklı seçkinlerin yaşadığı korunaklı yaşam alanlarına
dönüşme riski taşıdığını gözardı etmemek gerekiyor. Çoğunluğun refahını gözeten
bir politik hareketin girişimiyle yapılmazsa, eko-şehir adı altında
yapılandırılan yerleşimler, ekolojik sürdürülebilirliği olmayan biçimsiz
gettoların çevrelediği korunaklı kalelere dönüşebilir. Bunun dışında var olan
şehirlerin eko-şehir ölçütlerine uygun duruma getirilmesi için kaynak ayırmak, yeni
şehirler kurma seçeneğine kıyasla daha fazla canlı varlığın yararına olur.
Çevre
ve Şehircilik Bakanlığının ve Başbakanın “Türkiye’nin ilk ekolojik şehri
Ankara’da kurulacak” sözleriyle dile getirdiği, medyada çok az yer bulan habere
bakılırsa, Türkiye de yükselen eko-şehir “trendini” yakalamaya hevesli
görünüyor. Ancak yönetimde olan politik görüşün, Ouroussoff’un dikkat çektiği
“korunaklı yerleşim” ya da “site” anlayışının dışına çıkan bir yaşam alanının
yapımına imza atması çok olanaklı görünmüyor.