16 Temmuz 2014 Çarşamba

Eko-şehirler ekolojik krizin çözümü olabilir mi?



Hem doğal hem de sosyal ekoloji bakımından sürdürülebilirliği olmayan şehirler, dünyanın her yerinde benzer sorunlarla mücadele ediyor. Aşırı nüfus yığılmasıyla temiz hava ve su kaynaklarına ve güvenli gıdaya ulaşma olanaklarının tükenmesi, ulaşımın ve enerjinin fosil yakıtlarla sağlanması sonucu, hava kirliliğinin ve küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının artması... İnsan ilişkilerinin yabancılaşma, ayrımcılık ve rekabetten kaynaklanan çatışmalarla sorunlu hale gelmesi, şiddetin ve zihinsel rahatsızlıkların yükselmesi...

Tüm bu sorunların karşısında bazı çevrecilerin tepkisi, şehirden kırsala kaçışı bir çözüm olarak öne sürmek oluyor. Organik tarıma ve doğal çevreye mümkün olduğu kadar az (?) zarar vererek yaşamaya ilişkin etkinliklerin yürütüldüğü köy ölçeğinde yerleşimlerde örgütlenmiş sınırlı sayıda, seçilmiş kişilerden oluşan cemaatler halinde yaşamak... Bu gibi romantik fantaziler, köy ve cemaat hayatını pembe gözlüklerle gören, şehirde yaşamaya alıştığı için şehrin eğitim, sağlık ve sosyal hayata ilişkin olanaklarını kanıksamış kişilerin kaçış planları olmaktan çıkıp, daha geniş bir bakış açısıyla, daha fazla kişinin refahı için çözüm önerisine dönüşemiyor. Şehir nüfusunu oluşturan geniş yığınların kırsala dönüp ekoköylerde yaşamaya karar verdiğini varsaydığımızda, bunun zaten sınırlı ölçekteki yaban hayatın sonunu getireceğini öngörmek zor değil.

Öyleyse hem şehrin, hem de kırsal yaşamın en iyi yönlerini birleştiren yaşam alanları kurulabilir mi? Eko-şehir, böyle yaşam alanlarına verilen isim. Temel özellikleri, aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  • Kendine yeterli ekonomi ve yerel kaynaklara dayalılık
  • Karbon salınımını azaltan yenilenebilir enerji kullanımı
  • İyi planlanmış yolların ve yapıların yeraldığı, sırasıyla yürümeye ya da engelli bireylerin ulaşımına, bisiklet kullanımına ve toplu taşıtlara öncelik veren toplu ulaşım sistemi.
  • Suyun ve enerji kaynaklarının verimli kullanımına, atıkların geri dönüşümüyle sıfır atık yaratmaya olanak sağlayan kaynak yönetimi.
  • Çevresel yıkıma uğramış alanların restorasyonunu sağlama.
  • Bütün sosyo-ekonomik ve etnik gruplar için yaşanabilir ve erişilebilir konut güvencesi ve kadınlar, azınlıklar ve engelliler için yaşam olanaklarının artırılması
  • Yerel tarımsal üretim yapılması
  • Yaşam biçimleri bakımından gönüllü sadeliği destekleyen, tüketimi azaltıcı ve ekolojik sürdürülebilirlik bilincini geliştiren ortam.

Günümüzde eski tip, ekolojik olmayan şehirlerin bu sayılan ölçütlere uyum sağlamak için dönüştürülmesi olanaksız gibi görünebilir. Ancak Çin, Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Avrupa’nın birçok ülkesinde eko-şehir ve eko-mimari uygulamaları hayata geçirilmeye başlandı bile. Özellikle Çin, dünya nüfusunun yedide birini oluşturan nüfusu ve Pekin gibi ekolojik felaket haline gelen şehirleriyle, sorunlarının çözümü için gelecek 10 yıl içinde eko-şehirler kurup 250 milyon kişiyi yerleştirmeyi planlıyor.

Ancak eko-şehir uygulamalarının, Birleşik Arap Emirliklerinde halen inşa edilmekte olan Masdar Kentiyle ilgili kuşkularını dile getiren Nicolai Ouroussoff’un söylediği gibi, sadece ayrıcalıklı seçkinlerin yaşadığı korunaklı yaşam alanlarına dönüşme riski taşıdığını gözardı etmemek gerekiyor. Çoğunluğun refahını gözeten bir politik hareketin girişimiyle yapılmazsa, eko-şehir adı altında yapılandırılan yerleşimler, ekolojik sürdürülebilirliği olmayan biçimsiz gettoların çevrelediği korunaklı kalelere dönüşebilir. Bunun dışında var olan şehirlerin eko-şehir ölçütlerine uygun duruma getirilmesi için kaynak ayırmak, yeni şehirler kurma seçeneğine kıyasla daha fazla canlı varlığın yararına olur.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığının ve Başbakanın “Türkiye’nin ilk ekolojik şehri Ankara’da kurulacak” sözleriyle dile getirdiği, medyada çok az yer bulan habere bakılırsa, Türkiye de yükselen eko-şehir “trendini” yakalamaya hevesli görünüyor. Ancak yönetimde olan politik görüşün, Ouroussoff’un dikkat çektiği “korunaklı yerleşim” ya da “site” anlayışının dışına çıkan bir yaşam alanının yapımına imza atması çok olanaklı görünmüyor.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Gregory Bateson ve Zihinsel Ekoloji





Bateson 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden olmasının yanında aynı zamanda biyolog, ekoloji, antropoloji, sibernetik ve aile terapisi konusunda uzmandı. Ekoloji konusunda, insanların hassas ekositemlere zarar verecek şekilde hareket ettiğini, çünkü doğal sistemlerle kendi hayatımız arasındaki bağıntılı varoluşu göremediğimizi söyledi. Zihinsel Ekoloji adlı kitabında, kültürel ve dilsel bakımdan zihnimizin doğadan ayrı ve kopuk olduğuna şartlandırılsak da, aslında ikisinin bir bütünlük oluşturduğunu ortaya koydu.
Gregory Bateson, tek taraflı ve sadece maddi birikimi arttırmayı amaçlayan düşünce ve eylem biçimlerinden vazgeçilmezse, günümüz uygarlığının kendi kendisini yok edeceğine inanıyordu. Ekolojik dengeyi korumak ve toplumsal dengesizliklere çözüm getirmek, büyüme ekonomisi anlayışıyla mümkün değildi. Büyüme ekonomisi anlayışının dayandığı, insanın doğayla ve başka insanlarla düşmanca bir çelişki içinde olduğu algısı, dar ve kısa vadeli bir görüş açısının ifadesiydi. Bunun yerine tüm varlıklar arasındaki karşılıklı bağıntıya dayalı ilişkileri dikkate alan bir düşünme ve davranış biçimi yerleştirilmeliydi.
Bateson “zihin” kavramını bir fikirler toplamı olarak tanımlıyordu. Zihin ekolojisi, fikirlerin ekolojisiydi. İnsanların ilişkileri belirli bir zihinsel ekolojik sisteme işaret ediyordu ve bu da daha geniş bir ekosistemin bir parçasıydı. Başka bir deyişle, zihnin dünyası tenle sınırlı değildi. Bu yüzden zihnin hayatta kalması da tenin hayatta kalmasından bağımsız olarak – kitaplar ya da sanat eserleri yoluyla mümkündü.
Bateson’un zihni incelerken ortaya koyduğu ve “sibernetik epistemoloji” olarak adlandırdığı yaklaşıma göre, bireysel zihinler sadece bedenin doğal bir parçası değil, aynı zamanda bedenin dışındaki iletişim yollarından ve mesajlardan oluşan sistemin de doğal bir parçasıdır. Bireysel zihin, daha büyük bir Zihnin alt sistemi olarak varolur. Sözkonusu büyük Zihinse, karşılıklı bağlantılardan oluşan toplumsal sistemin ve gezegen ekolojisinin bir parçasıdır.
Freud pskolojisinin zihin kavramını bedendeki iletişim sistemini (kalp kaslarının hareketi ve solunum gibi iradeye bağlı olmayan süreçleri, alışkanlıkları ve bilinçaltını) içerecek şekilde içe doğru genişletmesine benzer şekilde, Bateson da zihni dışa doğru genişletiyordu. Bu da, kişileri zihnin daha büyük bir bütünlüğün parçası olduğunu bilmekten kaynaklanan değer ve mutluluk duygusuyla dengelenmiş bir alçakgönüllülüğe ulaştırabilirdi.
Bateson’a göre insan büyük Zihni sadece kendisine özgü olarak görürse, geri kalan tüm varlıkları zihinsellikten yoksun olarak görür, kendisinden ayrı ve bağıntısız olarak algılar ve etik değer vermeye layık görmez, böylece tüm diğer varlıklar sömürülebilir. Bu bakış açısına göre, Darwin’in sözünü ettiği doğal seçilimde “hayatta kalan birim”, diğer türlerden, ırklardan veya sosyal gruplardan oluşan çevreye karşı sadece belirli bir grup insan ve türdeşleri olacaktır. Eğer bakış açınız böyleyken bir de elinizde güçlü teknolojik araçlar varsa, aslında hayatta kalma şansınız olamaz. Ya düşmanca tutumunuzun zehirli “yan ürünleri” yüzünden ya da nüfus fazlalığından ve kıtlıktan ölürsünüz. Bu yüzden “çevreye karşı hayatta kalan birim” anlayışı, “çevresi ile birlikte hayatta kalan birim” anlayışıyla yer değiştirmelidir.
Bateson dünyanın kaynaklarının insan nüfusunun artışına göre sınırlı olduğunu öne sürüyor. Bu noktada Bateson’un nüfus artışından başka etkenlerle, insan eliyle yaratılan yapay kıtlığı yeterince vurgulamadığı söylenebilir. Kaynakların doğal yenilenebilirlik hızının tüketim hızına erişemediği durumlar da gözlemlenebilir ancak, sözü geçen “ben ve başkaları” inancından güç alan ve kendisini “çevresine karşı hayatta kalma birimi”  sayan öznelerce maddi çıkar sağlamak amacıyla yapılan etkinliklerin yol açtığı kıtlığa da dikkat çekmek gerekir. Örneğin dünya piyasasında gıda fiyatlarını kontrol etmek amacıyla yapılan spekülasyonlar, endüstri ve ulaşıma ilişkin seçimlerin neden olduğu küresel ısınmayla dengesizleşen iklim koşulları, gıda üretimini etkiliyor. Sonuçta gıda piyasasında kıtlık ve krizler kaçınılmaz oluyor. İnsanların nüfus çokluğu ve kaynak kıtlığından önce insan eliyle yaratılan etkenler yüzünden yokolması daha büyük bir olasılık gibi görünüyor. 1990’larda ABD’de 30 milyon kişi sağlıklı beslenemiyordu ve çocukların % 8,5’i açlık sınırında yaşıyordu. Bunu ABD’de yeterli kaynak ve üretim olmamasıyla açıklamak zor görünüyor.
“Kıt kaynaklara sahip çevre ve hayatta kalmaya çalışan insan” anlayışı, öncelikle Bateson’un kendi bakış açısıyla uyuşmuyor. Çevredeki kaynakların kıtlığı ya da bolluğu konusunda tüm doğal kaynaklar için tek bir yargıya varılamayacağı gibi, bu konuda ancak “çevresiye birlikte insan” anlayışıyla değerlendirme yapılırsa doğru sonuca ulaşılabilir.
Bateson, kendisi de dahil olmak üzere çoğumuzun, benliğini içinde yaşadığı ekosistemden ayrılmış ve kendi içinde de zeka/duygu, zihin/beden gibi karşıt bölümlere sahipmiş gibi algılayan anlayıştan kurtulmamız gerektiğini dile getiriyordu. Çünkü  gerçekten de çevresine "karşı" savaşı “kazanan” varlık, aynı anda yaşama şansını kaybeder.




16 Ocak 2013 Çarşamba

LAO TZU’NUN İÇTENLİĞİ

Lao-Tzu sürgüne giderken Tao Te Ching kitabının yazılışına dair efsane – Bertolt Brecht

Yaşı yetmişi bulup yorulunca usta
huzurlu bir köşeye çekilme zamanı gelmişti
Ülkesinde iyinin gücü yine azalınca
Kötülük yeniden güçlenmişti
O da ayakkabısını giydi

Fazla değil, bir kaç gerekli şey aldı yanına,
yükte hafif, pahada ağır.
Hep okuduğu kitap, geceleri tüttürdüğü çubukla,
ekmek, yolda yetecek kadar.

Vadisine hayranlıkla baktı ve unuttu
döner dönmez dağ yoluna
Öküzü taze çimenleri afiyetle çiğniyordu
ustayı taşırken sırtında
memnun, acelesi olmayınca.

Dört gün sürdü yolculuk, sınıra geldiler
Gümrük memuru karşılarına dikildi.
“Var mı değerli şeyler?”
Öküzü süren çocuk “Kendisi öğretmendi,” dedi.
Yani yoktu hiç bir şeyi.

Gümrükçünün keyfi yerinde,
tekrar sordu: “Ne bilirdi peki?”
Çocuk cevap verdi: “Sakin ve yumuşak suyun zaman içinde
sert kayaları nasıl aşındırdığını öğrendi.
Yani sertliğin yenildiğini…”

Sonra çocuk çekiştirdi öküzün yularını
Acele etmeliydi, akşam oluyordu.
uzaklaşırlarken geçip göknar ağacını
Gümrükçü birden huzursuz oldu,
seslendi: “Heeey! Durun!”

“Ne demiştiniz su hakkında?”
Usta durdu: “Merak mı ettin?”
Adam cevap verdi: “Önemli biri değilim ama
kim kimi yener madem bilirsin
söyle o zaman, ne öğrendin.”

“Ya da yaz, çocuğa yazdır en iyisi.
Sen gidersen kimden öğreniriz? 
Ben veririm mürekkebi, kalemi.
Evim şurası, yemeği birlikte yeriz.
Anlaştık mı? Gelin hadi!”

Usta dönüp adama baktı.
Kazananlardan değildi karşısındaki
Gömleği eski, ayakları çıplak, buruşuk alnı …
Yavaşça “Sen de mi?” dedi.

Dostça bir ricayı geri çevirmek
Yaşlı kalbine göre değildi.
Usta dedi ki “Soru sorana cevap vermek gerek.”
Çocuk ekledi: “Üstelik hava da serinledi.”
“Öyleyse, burada mola vermeli.”

Zar zor indi öküzden
Yedi gün boyunca yazdılar
Gümrükçü onlara yemek getirirken
bu hoşgörüye şaşırmıştı kaçakçılar
sonunda bitti yazılacaklar

Çocuk bir sabah erken, yazdıklarını verdi –
seksen bir deyişti tamı tamına
İkisi de adama teşekkür etti
Göknarı geçip tırmandılar taşlı yola
Bu devirde kim böyle dostça davranır insana?

Ama sadece adı kitapta açıkça yazılı
Lao Tzu’ya gitmesin övgüler
Çünkü bilgenin hikmeti açığa çıkarılmalı
bu yüzden gümrükçü de övgüyü hakeder
onun çağrısı da saygıya değer.


Lao Tzu’nun Tao Te Ching’i yazdığı zaman, bir öğretmen olarak hizmet ettiği Zhou krallığının yıkıldığı, eski değerlerin geçersizleştiği, Konfüçyüsçü ahlakçılığın etkisiz kaldığı bir çözülme dönemiydi. Kendisinin Tao Te Ching’i sürgün yolunda ülke sınırını geçerken bir gümrükçünün isteği üzerine yazdığına ilişkin efsane, şair ve oyun yazarı Bertolt Brecht’e esin kaynağı olmuş.
Lao Tse’nin yaşadığı dönemde geçerli olan Konfüçyüsçü ahlakçılık, ona göre çözülme devrinin bir yansımasıydı. Konfüçyüsçü ahlak anlayışına uyan kişiler, kendiliğinden, içten gelen bir eylemle başkalarının haklarını gözeten ve dostça davranış şeklini benimseyemiyor, yapay bir “erdemli olma” ideolojisi ile hareket ediyorlardı. (Benzer bir ideolojiyi Helenistik dönem filozoflarında da görüyoruz.) Tao Te Ching’in 18 ve 19. deyişlerinde, “yolunu şaşıranların” görev, erdem, kutsallık gibi kavramlara sığındığı, duygusal ve düşünsel bakımdan karşılıklı anlayışa dayalı ilişkiler bozulunca, özellikle (ataerkil) aileye sadakat ve saygı kavramlarının ortaya çıktığı, halkların yozlaşma ve çöküş içinde yaşadığı zamanlarda milliyetçilik ve vatanseverliğin icad edildiği dile getirilir.
Gerçekten de bu tür kavramlar kendi zıtlarının varlığına gönderme yapmadan düşünülemez ve anlaşılamaz. Bir arada yaşamanın temelleri yavaş yavaş ortadan kalkıyorsa, insanlar arasında anlayışsızlık, hak tanımazlık, bencillik ve aldatma hüküm sürer. O zaman Konfüçyüsçüler gibi ahlakçılar çıkıp görev ve ödevlerden, dürüstlük ve hakkaniyetten sözetmeye başlarlar. Ancak sözü edilen “dürüst” ve başkalarına karşı görevlerini yerine getirmeye yönelik eylem biçimleri, içtenlik taşımadığı için kendiliğinden değil zorlama olarak yapılan, göstermelik eylemler olarak kalırlar.
Ataerkil aile ve toplum düzeni içinde baskıcı, bencil ve ötekini anlamayan ana-baba-evlat ya da üst-ast ilişkileri gözardı edilirse Konfüçyüsçülerin sözettiği “saygı” dan ne kastedildiği tam olarak anlaşılamaz. Bu saygı anlayışında bir çatışma ve ötekileştirme, aynı zamanda da ikiyüzlülük gizlidir.
“Alçakların son sığınağı milliyetçiliktir.” diyen Bernard Shaw’dan yüzyıllar önce, milliyetçiliğin hangi koşullarda ortaya çıktığını dile getiren Tao Te Ching’i doğrulayacak pek çok örneği tarihte bulmak mümkün.
Tao Te Ching’in yazılışı, tarih bilimi bakımından tek kişiye mal edilemez. Ancak yukarıda anlatılan öykü, her ne kadar bir efsane olsa da, gerçeklik payı taşır. Bu öyküde dikkate değer olansa, bildiğini kendine saklamayan ustanın, sürgüne gitmekte olsa da ardında kalan, bilme isteği taşıyanları düşünüp Tao Te Ching’i yazması. Bu, Walter Benjamin’in de konuyla ilgili yazısında değindiği gibi, içten gelen bir dostça davranış ve diğerkamlık örneği.

20 Temmuz 2012 Cuma

Şehrin İçindeki Nehir




  "Çiftlik evi duraksamış. Meydana küskün olsa da, şehrin yeni caddesiyle boynuna bir numara asılmış. Ama bir zamanlar evle kol kola gezen nehir nerede?
  Nehri tanıyan, parmaklarımın arasından coşkuyla gürleyişini, sularına attığım çiçeğin akıntılarına kapılışını görmüş biri olarak soruyorum.
  Çayırın yeşilliği şehrin kaldırımlarının altına çimentoyla gömülebilir. Taş ocakların alevleri elma ağaçlarını yutabilir. Su da nehri, odunların ateşi beslediği gibi beslemez mi?
  Artık istenmeyen ölümsüz bir gücü nasıl yok edersiniz? Kül yığınları altına gömerek kaynağını nasıl kesersiniz?
  Nehir yerin dibine, taştan bir lağım zindanına hapsedildi. Kokmuş karanlıkta hala yaşıyor ve akıyor. Hem de belki zaman zaman korkusuz davranmaktan başka hiç suçu yokken.
  Antika haritalar dışında hiç kimse burada bir nehrin aktığını bilemeyecek. Ama acaba bu yeni yapılmış şehri işinden alıkoyan, uykusundan eden düşünceler, nehrin sonsuza kadar hapsedildiği yer altından geliyor olabilir mi?"

Robert Frost

Varolan bütün su – canlılık – kaynakları kurutulmuş, insan eliyle çölleştirilmiş bir şehrin hayatı nasıldır?
Geçmişte su kaynakları çok zengin olan Ankara şehrinin akarsuları kurutularak öldürüldü ve gömüldü. Onlarla birlikte bir dönemin bütün bir anlam dünyası, manaya ilişkin nesi varsa yeraltına gömüldü, kirletildi, çoraklaştı. Şimdi şehir büyük bir otoban ağının kenarına sıralanmış çok katlı betonarme binalarla sarılmış, kupkuru ve cansız.
Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Bent Deresi, İncesu, Ankara Çayı...
Bu akarsular, insanların “aziz” saydığı, tüm canlıların vazgeçilmezi, su kaynağı olmanın yanında, başka anlamlar da taşıyordu:
Çubuk Çayı Ankara’nın önemli ermiş kişilerinden olan Hacı Bayram-ı Veli’nin köyü olan Solfasol köyünden geçer. Bu yüzden halk, Çubuk Çayını onunla özdeşleştirmişti. Dilekleri olanlar, dileklerini kağıda yazıp meşin keseler içine koyar, Çubuk Çayı’nın sularına bırakırlardı.
Hatip Çayı’nın kaynağı, İdris Dağı’nın eteklerindeydi. Hatip Çayına adını veren ermiş kişi, Hatip Ahmet İsfahani, yetiştirdiği meyve ağaçlarının, sebzelerin bol ürün vermesiyle ünlenmişti. Çayın civarında bağı bahçesi olanlar, Hatip Çayının onun kerametini taşıdığına ve bu yüzden daha çok ürün aldıklarına inanırdı.
Hatip Çayı, Ankara Kalesi yakınlarında üzerine Roma İmparatorluğu zamanında kurulan su bendi nedeniyle, Bent Deresi adını alıyordu. Bent Deresi, İncesu Deresi ile birleştikten sonra, Sakarya Nehri’ne döküldüğü noktaya kadar Ankara Çayı olarak anılmaktaydı.
Bu akarsuların hepsi, halkın geçimlik uğraşları, gelenekleri, inanışları ile iç içe geçmiş, gündelik yaşayışın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdi. Şehirde yaşayan diğer canlılarla birlikte, yaşamın akışını sürdüren, uyum ve bütünleşme içinde ortak bir varoluş içindeydiler. Şehrin yaşayışını bir filme benzetecek olursak, Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Bent Deresi, İncesu, Ankara Çayı, filmin kahramanları arasındaydı. O zamanın insanı kendisini filmin diğer karakterlerinden ayrıcalıklı, üstün bir konuma yerleştirmeyi anlamlı bulmuyordu.
Modern bakış açısıyla nesneleştirilen ve üzerinden fayda sağlanması gerektiğine inanılan, “boşu boşuna” (!) aktığı düşüncesiyle illa ki bir baraja, sulama kanalına ya da atık su sistemine dahil edilmesi gerektiği sanılan, hiç biri olmuyorsa kurutulması için azmedilen akarsuların yokoluşunun bütün bir yaşama biçiminin ve anlam dünyasının yokoluşuyla ya da yer altına gömülmesiyle zamandaş olması rastlantı değil.
Cumhuriyet dönemiyle başlayan Ankara’nın “modernleştirilme” hareketi, doğayı olduğu gibi, yerel kültürü ve inanışları da “ıslah” etme anlayışını taşıyordu. Bu dönemde bir akarsuyun ıslah edilmesi, genellikle kurutulması veya üstüne çimento dökülerek gömülmesi anlamına geliyordu. Yerel kültürün ve inanışlarınsa, Batıcı, tek doğrucu, pozitivist ve rasyonalist bir anlayışla, devlet eliyle oluşturulmuş dogmaların çimentosuna gömülerek kurutulması bu modernleşme anlayışının gereklerindendi. Gerçekten de dogmatik, denetleyici bir zihin yapısı, bir akarsuyun varoluşuna uyum sağlayamaz. Kendiliğindenliği, doğal akışın getirdiklerini reddetmemeyi ve varlıklararası bütünlük içinde olmayı içine sindiremez.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yapılan şehir planlarının uygulanmayıp konut sorununa bir çözüm bulunmaması, insanların kaçak ve plansız yapılara yerleşmesi, su kaynaklarının insani atıklarla kirletilmesine neden oldu. Planlar neden uygulanmadı? Kısa bir anlatımla, insan zaafları yüzünden. Masa başında planlar yapılırken, bu zaaflar hesaba katılmamıştı. Kolay yoldan zenginleşmek isteyenlerin bencillik ve hırsları sonucunda, arsa spekülasyonu yapılması, planlı yapılaşmayı olanaksız hale getirdi. İlgilenilmeyen ve sorunlarına çözüm bulunması düşünülmeyen akarsuların, insana yaşama sevinci taşıyan doğal bir hazine olmaktan uzaklaşıp, insani atıkları taşıması ve halk sağlığını tehlikeye atar hale gelmesi ve son olarak 1957 yılında Ankara’da yaşanan büyük sel felaketi... Bunların hepsi kurutmanın ve yok etmenin bahanesi haline geldi. Bir dönemin insanlarının ihmalleri, umursamazlığı ve bencil hırsları sonucunda ortaya çıkan “doğal” felaketlerin sorumluluğu, üzeri çimentoyla örtülen akarsulara yüklendi.
Yok edilen yerel kültürün ve inanışların yerine devlet eliyle konulmak istenen “modern” yaşama biçimi, yaygın ve kalıcı olmadı. Kitabi, çatık kaşlı, resmi Batıcı kültür anlayışı, yaşayan, kendiliğinden akan bir kültürün yerini dolduramadı. Tıpkı parklardaki yapay havuzların suyu gibi durgun, hayat vermeyen, sadece göstermelik bir anlayış olduğu için...
Zihinlerimizle doğal ve insani çevremiz aslında ne kadar iç içe geçmiş bir bütün. Doğaya ne yapıyorsak, insan ilişkilerini ve yaşayışını da o yönde dönüştürüyoruz. Doğal olanla ilişkimiz nasılsa, kendimizle ve başka varlıklarla ilişki kurma ve yaşama biçimimiz de öyle. İçtiğimiz suyun, soluduğumuz havanın zehirli atıklarla doldurulduğunun bilincinde olmadığımız gibi, zihnimizin de hırs ve kaygılarla zehirlendiğini farkedemiyoruz. Toprağın betonlaştığı, yapay havuzların akarsuların yerini aldığı, bitkilerin ve hayvan türlerinin kendilerine ayrılan kısıtlı alanlara hapsedildiği ölçüde zihinlerimiz de enginlik, dinginlik ve sevinçten yoksun kalıyor. Hırslarımızı doyurmak ve kaygılarımızdan kurtulmak için daha fazlasına sahip olmanın, geçici bencil mutlulukların peşinde koşmanın çözüm olduğunu sandığımız sürece, su ve hava daha çok zehirleniyor. Doğal olan bastırılıp yokedildikçe, enginlik, dinginlik ve sevinç yoksunluğu artıyor.

11 Mayıs 2012 Cuma

PRACTICE IN ANTIQUE PHILOSOPHY AND EASTERN TEACHINGS




Practice
The meaning of practice here is appropriating a certain way of living or code of conduct according to a particular world view or a system of thinking, so that one can have a definite attitude towards life that will guide her/his behaviours. The ways of living, codes of conduct, habits, all kinds of customary or ritualistic observances and actions are all included in “practice”.

Practice as A Way Of Life and as “Spiritual Exercises”

Historian of philosophy and philosopher Pierre Hadot suggests that ancient Greek and Roman philosophers did not only create some theories and systems of thought, but also they regarded philosophy as a field of living praxis. According to ancient philosophers, “Philosophy is an art of living that cures us of our illnesses by teaching us a radically new way of life” (Hadot 1995, p. 29). They aimed to transform the individuals through changing their perception of the world and their way of being so that they can reach permanent satisfaction and happiness (Hadot 1995, p. 83).

Spiritual Exercises

Hadot, defines the concept  of “spiritual exercises” which he discusses in his book “­Philosophy as a Way of Life: Spiritual Exercises from Socrates to Foucault”, as exercises that will lead to change and transformation of the subject who practices them.
The tradition of spiritual exercises practiced in Ancient Greece was preserved to some extent in the works of Christian theologians.
Philo of Alexandria gives two lists of these Stoico-Platonic exercises. In one of the lists, along with research (zetesis), thorough investigation (skepsis), reading (anagnosis), listening (akroasis) which are still used as contemporary methods to study philosophy, exercises of awareness (prosoche), self-mastery (enkrateia), and indifference to indifferent things are remarkable. The other list consists of reading, meditations (meletai), therapies of the passions, remembrance of good things, self-mastery (enkrateia), and the accomplishment of duties (Hadot 1995, p. 85).
Awareness (prosoche) was seen as a prerequisite for not losing the ability to discern. The main principle of the Stoics was to discern the things we have the power to control by will; like our views, impulses, desires and dislikes and the things over which we don’t have total control; like our corporeality, property and reputation. The latter were labeled as “indifferent things”. One could lead an ethical life only by “remaining indifferent towards indifferent things” (Epictetus, The Encheiridion). In order to practice this principle in daily life, one has to decide which things are indifferent and which ones are not. Thus, one has to be aware of and concentrate on the things that are here and now. This means philosophers have to act with awareness, and they have to be aware of themselves (Hadot 1995, s. 84-85). In his “Meditations”, Marcus Aurelius suggests us to perform every action or deed as if it is our last one, for it is highly possible to be so. Also, instead of wondering what is on other peoples’ minds,  observing our own mind prevents us from being dismayed.  According to Marcus Aurelius, the present is all we have, for we are not able to change the past in any way and design the future merely by our will (Thoughts of Marcus Aurelius, Book II, Parts 5, 8, 11 and 14). 
The Stoics represented themselves painful situations such as poverty, physical and/or mental suffering and death, with the exercise of “premeditatio malorum”. They visualised themselves as if they were confronted with these difficulties and sufferings of life which do not depend on individual will. Self-mastery (enkrateia) exercises required awareness of mental situations like anger, greed, envy and hatred and being relieved from their influence gradually (Hadot 1995, p. 85).
One of the spiritiual exercises that the Stoics practiced was to distinguish the “indifferent things”, things which we cannot change solely by our will, viewing and defining them apart from all cultural and personal values and write those definitons. Hadot tells us that some parts of the Meditations of Marcus Aurelius were a result of such a practice (Hadot 1995, pp. 14-15).

The Ghost in the Machine and the Eastern Teachings

When we evaluate the spiritual exercises mentioned in Pierre Hadot’s book, they seem to be intellectual or thought exercises in general.  In some teachings of Hinduism, Buddhism and Taoism, we may encounter similar practices like analytical meditations and contemplations. But a very significant difference of the Western spiritual exercises is that they don’t seem to consider corporeality which has been treated as a separate realm from “mind” or “spirit” and the activities like thinking and feeling which were thought to be peculiar to “spirit”, since ancient Greece. The understanding which defines the body as an entity distinct from the spirit or the mind which is capable of transcending beyond the material reality has been prevailing in the Western philosophy from the beginning. For example, according to the Stoics, body, being defined in this way, is not totally under the control of our individual will. That is why it must be considered among the “indifferent things” which must be treated indifferently. The Cartesian dualism defines the human being consisting of two opposite an insentient machine, the body and a spirit that takes shelter in a small point inside it, which Gilbert Ryle defines as a “ghost in the machine” in his book “Concept of Mind” (1949). This way of thinking leads to indifference towards corporeality or attributing less value to it. This  dualist view also diminishes our awareness of our actual existence or presence. We lose ourselves in thoughts, ideas, beliefs which we treasure much more than being in this “debased” reality of the present moment. We neglect one dimension of our reality, our form as body, except making it an object of our non-seizing thinking. The disciplines of hygiene and gymnastics was held to be important by some philosophers in the antiquity but only from a pragmatical viewpoint: to keep the body healthy and vigourous so that the soul dwelling in it can be sheltered safely.

The non-dualist teachings of Hinduism, Buddhism or Taoism does not define two separate/opposite realms of being which is divided into two as body and mind. Human being is a multiple layered whole consisting of  different  intersecting layers. Human body contains certain energy (prana, in Sanskrit, chi in Chinese, lung in Tibetan) centers called chakras.  We can control the prana or chi with our will by the help of certain practices. These practices help us to change our negative thoughts, afflictive emotions and our behaviour patterns concerning anger, restlesness, greed and anxiety, which are considered as patterns that make up our so called “personality”. These practice methods include certain body postures and movements, breathing in a certain way and vocal exercises (mantras). In the antique schools of philosophy in Ancient Greece and Roman civilizations, we can not find the records of similar practices. Likewise, Christian scholars also appropriated such an attitude towards corporeal dimension of human existence that can be at best described as “indifferent” but more often as oppressing and neglecting.  Until recent times, corporeal dimension was not evaluated entirely in Western philosophy and “spirituality”.
Only in the ancient times, philosophers discussed corporeality indirectly under the title of ethics where we encounter a vast literature about virtuous and non-virtuous actions. But the same dualist understanding was dominant which became an obstacle to “practicing what you preach.” After the establishment of the Christian church, the split in between the art of living and so called “wisdom” taught in schools widened and philosophy became an exegetical study. Preaching became more important than practice. As Hadot also emphasises, although secular education system is grounded today, the education of philosophy in the universities still has the same form of  “exegesis”, that is to say, commentaries on the works of some philosphers considered as “authorities”.
Kaynakça
1- The Encyclopedia of Eastern Philosophy and Religion, ed. Stephan Schuhmacher,  Gert Woerner, Shambhala Boston, 1989  s. 130-131, 429

2- Philosophy as a way of life: spiritual exercises from Socrates to Foucault Pierre Hadot, Arnold Ira Davidson Blackwell Publishing, 1995.

3- http://en.wikipedia.org/wiki/Pierre_Hadot
4- The Project Gutenberg EBook of Thoughts of Marcus Aurelius Antoninus by Marcus Aurelius Antoninus, Translator: George Long
5- Tarih ve Tin, Joel Kovel.
6- A New Earth, Eckhart Tolle.
7- Hye-jung Jung: The Body and Practice In Western Philosophy, International Journal of Buddhist Thought & Culture February 2006, Vol.6, pp.313-327.

7 Ocak 2012 Cumartesi

ANTİK FELSEFEDE UYGULAMA VE DOĞU ÖĞRETİLERİYLE KARŞILAŞTIRILMASI



Uygulama
Uygulama, bir dünya görüşüne ya da düşünce sistemine uygun olarak belirli bir yaşayış, davranış ve hareket tarzını benimsemek ve böylece o dünya görüşünü ya da düşünce sistemini hayata yansıtmak anlamında kullanılmaktadır. Bu amaçla benimsenen yaşama biçimleri, davranışlar, sürdürülen alışkanlıklar, geleneksel ya da törensel her türlü edimler, eylemler, hareketler uygulamanın bir parçasıdır.



Yaşayış Tarzı ve “Tinsel Egzersiz” Olarak Uygulama

Felsefe tarihçisi ve filozof Pierre Hadot, ilkçağda Antik Yunan ve Romalı filozofların sadece bazı teoriler ve düşünce sistemleri kurmakla kalmayıp, felsefeyi hayata uygulanacak bir çalışma ya da “egzersiz” alanı olarak gördüklerini söylüyor. Antik filozofların temel amaçları, bireyin bu dünyayı algılayış ve oluş tarzını dönüştürerek mutluluğu bulmasını sağlamaktı (Hadot, 1995, s. 83).

Tinsel Egzersizler

Hadot, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Felsefe: Sokrates'ten Foucault'ya tinsel Egzersizler” adlı kitabında incelediği “tinsel egzersiz” kavramını “egzersizleri uygulayan öznede bir değişim ve dönüşüm yaratacak uygulamalar” olarak tanımlıyor.
Antik Yunan'da uygulanan tinsel egzersiz geleneği, Hristiyan geleneğinde de, Ignatio of Loyola'nın “Exercitia Spiritiualia” adlı kitabında da görüleceği gibi, bir ölçüde sürdürüldü.
Philo of Alexandria bu egzersizlerin bir listesini veriyor ve günümüzde felsefe çalışanların kullanmaya devam ettikleri okuma, dinleme, araştırma gibi etkinliklerin yanında dikkat-farkındalık (prosoche), meditasyon ve kendine hakimiyet (enkrateia) egzersizleri dikkat çekiyor.
Dikkat-farkındalık (prosoche), karar verme yeteneğini hiç bir zaman yitirmemek için gerekli görülüyordu. Stoacıların etik ilkelere uygun bir hayat sürebilmek için kabul ettiği temel ilke, değiştirmeyi başarabileceğimiz şeyler olan görüşlerimiz, dürtülerimiz, arzuladıklarımız ve kaçındıklarımız gibi irademize bağlı şeylerle, bedensellik, sahip olduklarımız, itibarımız gibi sadece bireysel irademize bağlı olmayan şeyleri birbirinden ayırdedebilmekti (Epictetus, The Encheiridion – El kitabı). Bu ilkeyi gündelik hayatta uygulayabilmek için, nelerin sadece bizim eylemlerimize bağlı olduğuna karar verebilmek gerekliydi. Bunun için de şimdi ve burada olana dikkat etmek ve odaklanmak gerekiyordu. Bu, filozofun her davranışını bilinçli olarak yapması, kendi kendinin bilincinde olması anlamına geliyordu (Hadot 1995, s. 84-85). Gerçekten de Marcus Aurelius “Düşünceler” adlı kitabında, her an ölmemiz mümkün olduğu için, insanın hayatındaki her hareketini sanki ölmeden önceki son hareketi gibi yapmasını öğütlüyor. Aynı zamanda, başkalarının zihninde neler olup bittiğini merak etmek yerine, kendi zihnimizi gözlemlemenin, mutsuz olmamızı engelleyeceğini söylüyor. Ayrıca, ona göre şimdiki zaman, bir insanın sahip olduğu tek zamandır, çünkü geçmiş ve geleceği sadece eylemlerimizle değiştirmek elimizde değildir (Thoughts of Marcus Aurelius, II. Kitap, 5. 8. 11. ve 14. Bölüm).
Stoacılar, premeditatio malorum egzersiziyle yoksulluk, hastalık, ölüm gibi hayatta karşımıza çıkabilecek acı verici, ancak elimizde olmayan durumları, bunlar sanki başımıza gelmiş gibi hayal etme egzersizleri yapıyordu. Kendine hakimiyet ise öfke, hırs, kıskançlık, nefret gibi zihinsel durumlara dikkat ederek bunların etkisinden kurtulabilmek için küçük adımlar atma yoluyla alışkanlıklar geliştirmeyi gerektiriyordu (Hadot 1995, s. 85).
Stoiklerin uyguladığı tinsel egzersizlerden biri, salt eylemlerimizle değiştiremeyeceğimiz için kayıtsız kalmamız gereken şeyleri, tüm değer yargılarından soyutlayarak, tarafsız bir gözle görmek ve tanımlamak, bu tanımlamaları yazılı olarak ifade etmekti. Hadot Marcus Aurelius’un meditasyonlar adlı eserinden bazı bölümlerin böyle bir egzersizin ürünü olduğunu söylüyor (Hadot 1995, s. 14-15).
Antik filozofların diğer uygulamaları, bir konuya yoğunlaşarak derin düşünme, kendi kendine diyalog, bilincin incelenmesi, dünyanın yukarıdan görünümünü gözünde canlandırma gibi hayalde canlandırma egzersizleri ve kişinin gündelik hayattaki davranışlarını ve hareketlerini düzenlemeye yönelik uygulamalardı.

Tinsel Egzersizler, Makinadaki Hayalet ve Doğu Öğretileri

Pierre Hadot’nun incelediği “tinsel egzersizler”, genel olarak değerlendirildiğinde, ağırlıklı olarak düşünsel ya da entellektüel egzersizler olarak görülebilir. Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi öğretilerde de hayalde canlandırma ve derinlemesine analitik düşünmeye ilişkin benzer egzersizlere (meditasyonlara) rastlıyoruz. Ancak çok önemli bir farklılık, Batı tarzı tinsel egzersizlerin, Antik Yunandan beri sürdürülen anlayışa göre zihinden ya da ruhtan ve onlara ait olan (düşünme, duygulanma gibi) tinsel etkinliklerden kesinlikle ayrı tutulan bedenselliği dikkate almamasıdır. Bedeni beş duyumuzla algılayabildiğimiz, ölümlü, maddi bir varlık olarak tanımlayan ve ölümsüz, maddi gerçekliği aşmaya yetkin olan ruhtan ya da zihinden ayrı ve hatta ona karşıt bir varlık alanı olarak tanımlayan anlayış, Antik Yunan felsefesinden başlayarak Batı felsefesinde egemen olmuştur. Örneğin Stoacılara göre, bu şekilde tanımlanan bedensellik, salt bireysel irademize bağlı değildir, bu yüzden tümüyle kontrolümüz altında olamaz. Descartes’te karşımıza çıkan “Kartezyen” ikici anlayış da, insan varlığını adeta duyarsız ve değersiz bir makina olan beden ve onun içinde bir noktaya sığınmış bir ruh ikiliği içinde, yani Gilbert Ryle'ın “Concept of Mind” (1949) adlı kitabında yaptığı tanımlamayla “makinadaki hayalet” olarak şematize ediyor. Bu düşünce tarzı, yukarıda belirtilen şekilde tanımlanan bedenselliğe kayıtsız kalmayı ya da daha az değer yüklemeyi gerektiriyor.
İkici (dualist, sanskritçe dvaita) olmayan Hindu, Taoist ya da Budist öğretilerde ise, beden ve ruh gibi kesin çizgilerle ayrılan iki ayrı/karşıt varlık alanı tanımlanmaz. İnsan varlığı çok katmanlı ve farklı katmanların iç içe geçtiği bir bütündür. İnsan bedeni, çakra adı verilen belirli “enerji” (Sanskritçe prana, Çince chi, Tibetçe lung) merkezleri içerir. Prana ya da chi’nin niteliğini ve çakralarda dolaşımını belirli uygulama yöntemlerini öğrenerek irademizle kontrol edebiliriz. Bu kontrol etme yetisi sayesinde düşünce, duygu durumlarımızı ve giderek kişiliğimiz haline gelmiş öfke, heyecan, hırs ve kaygıya ilişkin yapılanmalarımızı değiştirebiliriz. Söz konusu uygulama yöntemleri, belirli bedensel duruşları ya da hareketleri, belirli bir şekilde nefes alıp vermeyi ve sesli egzersizleri (mantralar) içerir. Antik felsefe okullarında bunlara benzer yöntemlere ilişkin kayıtlara rastlamıyoruz. Stoacıların, Hristiyanların ve benzer anlayışların “bedensellik” kategorisi altında kayıtsız kalmayı ve giderek zorla baskılamayı ve gözardı etmeyi öngördüğü insan varlığının bir kısmı, yakın zamanlara kadar Batı felsefesinde ya da tinselliğinde tam olarak karşılığını bulamamıştır.
Bedenselliğin Batı felsefesinde dolaylı olarak konu edildiği alan etikten ibarettir ve burada erdemli – erdemsiz, yapılması – yapılmaması gereken davranışlar üzerine oluşturulan geniş bir literatürle karşı karşıyayız. Ancak etiğin hayata yansıması, filozofların ve öğrencilerinin düşündükleri gibi yaşaması ne kadar mümkün olmuştur? Antik Yunan filozoflarında, düşündüğü gibi yaşamaya ve felsefeyi yaşama sanatını öğrenme olarak tanımlamaya yönelik eğilim, Hadot’nun da söylediği gibi Kilisenin ortaya çıkışından sonra yavaş yavaş kaybolmuş ve günümüze kadar, felsefe bir tefsir etkinliği (exegesis), skolastik bir çalışma haline gelmiş, yaşama sanatıyla okullarda öğretilen sözde “bilgelik” arasındaki uçurum giderek büyümüştür.. Bugün laik eğitim sistemi yerleşmiş olsa da üniversitelerdeki felsefe eğitimi hala “tefsir”den yani otorite olarak kabul edilen filozofların eserleri üzerine yapılan yorumlar ve açıklamalardan oluşan karakterini hala koruyor. Vaaz vermek uygulamadan, söylem eylemden daha önemli. Bu durumun ortaya çıkmasında Batı felsefesindeki zihin-madde (beden) ayrımına ilişkin ikici anlayışın rol oynadığını söyleyebiliriz.




Kaynakça
1- The Encyclopedia of Eastern Philosophy and Religion, ed. Stephan Schuhmacher, Gert Woerner, Shambhala Boston, 1989 s. 130-131, 429
2- Philosophy as a way of life: spiritual exercises from Socrates to Foucault
 Yazar: Pierre Hadot,Arnold Ira Davidson Blackwell Publishing, 1995.
3- http://en.wikipedia.org/wiki/Pierre_Hadot
4- The Project Gutenberg EBook of Thoughts of Marcus Aurelius Antoninus
by Marcus Aurelius Antoninus, Translator: George Long